Pencerelerin perdesini havalandıran rüzgarlar var evet düşlerimin perdesini havalandıracak bir nefes var mı? onu düşündüm. Bazı duygularına aşina olursun ve o duygular ilk nefeste aşikar olur karşındakine. Burada duyguyu taşıyan taşıdığı duygusuna şahittir ve tanıktır. Çünkü, yaşayan odur ve karşısındaki kişiden sadece onu görmesini ister, bir anlam vermesine gerek yoktur, bir tarif vermesine de sadece görmesini ister. Çünkü o kendi sevmesinin tanığıdır. Kendi sevgisinin tanığı olunca yapacağı tek şey kalır geriye, kendisinde olan bu sevme hallerinin karşısındaki kişi tarafından görülmesi…
Sevdiğinde, hele ki karşılıklı sevdiğinde hiçlik makamında bulur insan kendisini ve bulduğu yer aslında olduğu yerdir. Buna hangi boyut ve zaman diliminde bakarsan bak adı BEN VAR’ım olur. Hani anda yaratılan mutluluklar vardır ya bitmesini istemezsin öyle bir haldir bu. Oysa farkına varsan o mutlulukları yüklenip gidebilirsin bir daha geri gelmeyeceğini düşünmen yüzünden. Tıpkı acıları yüklenip gitmek gibidir bu durum. Farkı ne peki acı olgunlaştırır, mutluluk çocuklaştırır ve ayrıştırır. Sanırım biz insanlar, toplum içinde ayrışmayı sevmiyoruz. Onlar gibi olup acılara bürünmek bizi mutlu ediyor. Belki de bu yüzden tüm insanlık aradığı sevgiyi bulduğunda ondan emin olmak istiyor. Acı gibi sürekli olacak mı o sevgi onu çok merak ediyor.
Merak ettiği bir diğer şey ise onun gerçek olup olmadığıdır. Çünkü böyle basit olamaz bu kadar kolay olması bazı şeylerin -hele ki işin içinde mutluluk ve sevgi denen kavram varsa- garipsenir. Bu kadar basit elde edilebilir mi bir anda tüm varoluşun sırrı? Tabi Buda olmak kolay değil diye düşünür insanlık oysa bilmez ki Buda denen kişide yıllarca aradığı şeyi bir dere kenarında ağaç dibinde meditasyon yaparken bulmuştur. Peygamberlerin neredeyse tamamına yakını gidip bir mağaraya kapanıp orada 21 gün kalarak ilahi emirleri almışlardır. Ve tüm aydınlanmış insanlar uzun yollardan gelip bir AN’da ermişlerdir gerçekliklerine. Sevgiyi kaç yıl aradığını unutur insan, sevmeyi en son ne zaman yaşadığını bilmez arayışın ömründen neler götürdüğünü bilmez, bulur ve şüpheye düşer, acaba…
Şimdi tüm yaşanmışlıklarımızın ve deneyimlerimizin arasında karşımıza çıkan birinin de bu olma sürecinde gerçek olup olmadığını düşünmek, acıya sarılıp yatmak ile aynı düzlemde yer alıyor… Gerçeğimiz mutluluk ise neden onu acıya katık edip silik bir yaşanmışlık haline getirip kendimize acı çektiriyoruz bu hayatta bunu da çözebilmiş değilim henüz. Amaç mutluluksa, sürdürülebilir tek şeyde o mutluluğa sahip çıkıp yaşamaktır.
Deneyimlediğimizi sandığımız hayatlarımızdaki med cezir ruh halleri ise tamda burada devreye giriyor. Çünkü deneyimlediği şeyin tekrarı olan süreçleri biz istemesek de o yaratıyor kendiliğinden… Her duyguyu birbirine benzetiyor ve onlar arasında kıyaslar yaratıp bize bir doğru yaratmaya çalışıyor ve işin garip tarafı zihnin oynadığı bu oyuna bizim duygu hallerimiz ise hemen eşlik ediyor. Çünkü ölçme değerlendirme usulüne göre hareket etmeyi öğreniyoruz içten içe. Bu çocukluktan gelen bir alışkanlık tabi. Orada öğrenilmiş çaresizliklerimiz başlıyor. Sevimli olunca sevilen, afacan olunca itilen, ağlayınca istenmeyen, yaramazlığın en üst seviyelerine gelince de şiddete uğrayan hallerin hepsi bu öğrenilmiş çaresizliğin bir sonucudur aslında.
Bir müddet sonra böyle nedensiz ve sebepsiz sevginin olmayacağını öğreniyoruz ya da sevince bir karşılığı olmasını bekliyoruz. Bunu sevdiğimiz insanlar nasıl verirse versin çok önemli değil fakat en azından bir karşılığını görmek gerektiğine inanıyoruz. En karşılıksız sevgideyim dediğimiz anda bile hiç olmazsa bir dokunuşu ararız, bir kokuyu, bir nefesi ya da gülümsemeyi… Hiç olmazsa sevgiyi anlatan sözcükler duymayı bekleriz, seni seviyorum, seni özledim gibi. Bunlar mutluluğun sol anahtarları gibidir ve tüm müziği bununla başlatabilirsiniz. Evet her ne yaşarsak yaşayalım bizler insan tekâmülünde olduğumuz müddetçe sevgiyi anlatan sözcükleri duymayı bekleriz.
Ne kadar basit bir kelime değil mi? Beş harften oluşan ve asıl emir olan halini ilk üç kelimeden alıp bencilce bir akışa döndüğünü düşündüğümüz SEV kelimesi. Bu daha çok OL ile eşdeğer geliyor bana. Sev ve Ol… Birlik bilincine giden yolda tanımlamak istediğimiz ve illa bir şekle girmesi gerektiğini düşündüğümüz bir sözdür sevmek kelimesi. Daha ötesi bu kelimenin anlamını değerli kılan Seni Seviyorum’da başımıza işler açan bir kelime dizesidir… Bir dostluk, arkadaşlık, sevgili olma hali içinde birbirlerine hitap eden kelimeler yerini buluyor zaman içinde. Hiç gitmemesi gerekeni ise son nefese kadar söylenecek olan O da Seni Seviyorum’dur. Bu iki kelime yaratımın nedenidir. Sihir varsa seni seviyorum kelimesi o sihri aktif eder. Bilincin sesidir seni seviyorum. Ve tanık olmanın. Ve sessiz olmanın. Çünkü evren bunun enerjisi ile kendini tekamül ettiriyor…
Bizler ne kadar hayır desek de bilinçli aklımız ve bilinçaltımız bize bunu dayatıyor. Beklentisizlik haline erişmemiz şu an imkansız görünüyor. Tanık olmayı öğrenebiliriz fakat bunu şimdilik susarak yapmayı başarabiliyoruz. Çünkü tanık olmayı öğrenmenin bir yolu da, susmaktır. Fakat bize dayatılan hayatın gerçekliği öyle ağır gelir ki biz ister istemez konuşmak ve durumumuza isyan etmek durumunda kalırız. Hani karşılıksızdık ya bu bile bizim yüreğimizin taşıyacağı yükün onu kabule geçişteki enerji frekansımıza göre değişim göstermekte ve tepkiselliğimizi ona göre şekillendirmektedir. Öğreneceğimiz çok şeyler olduğunu düşündürtür bu durum bize oysa gerçek öyle değildir, sadece farkında olacağımız bir şeyi açığa çıkartmamız gerekir ki o da ben halidir. Ben haline erişmek yaşamın koşturması içinde ne kadar mümkün bunu da kişisel gelişim turları tamamlamaya çalışıyor aslına bakarsanız.
Bütün bu yaşadıklarımıza bir diğer neden de kalabalık şehirlerde sürdürülen hayatların içinde iken duygularımızı köreltip bu körelmiş duygulardan kendimize paylar çıkartıyor oluşumuz. Yani kendi döngümüzdeki bozukluğu tüm var oluşa yükleyip orada cevaplar aramaya başlıyoruz. Bu evren ile bir olma fikri ile ne kadar bağlantılı o da muamma bir durum bu arada. Fakat kırsal yaşam alanlarında hayatlarını sürdüren hatta büyükşehir kimliğinden uzak olan insanların duygusallıkları ve mutluluk kavramları daha basit sebep sonuç ilişkilerine dayanıyor ve içselleşmesi de kolay oluyor, sürekliliği de var üstelik yaşanılan duyguların… Hani şehirlerde tutunamadığımız ve sürdürmekte belki de bulmakta zorlandığımız hatta olmadığını sandığımız o güzellikler ve mutluluk anları var ya onların hepsi bu dağ yamaçlarına kurulan köylerde ve küçük kasabalarda bolca var aslında ve biz bildiklerimizi unuttuğumuz anda bizde de su yüzüne çıkacak kadar yakındalar bizlere bütün bu duygular…
Arayışlarımız sevgiye dair olunca bizlerde de bu bilinmeyen mutluluk ülkesine gitmek isteği hortlar. Bu yüzdendir hep coğrafyasını bilmediğimiz yerlere kaçmak istememiz… Orada bakirliğin ve samimiyetin tohumları kalmıştır diye düşünürüz. Çünkü bizler ait olduğumuz her yeri cehenneme çevirmeyi öğrenmişizdir bu yüzden bir cennet arayışımız vardır. İçinde deniz ve yeşil vadiler olan, dağ yamaçlarına kurulmuş kulübeler, ormanlar ve gürül gürül akan nehirler… Gelin görün ki bütün bildiklerimizi gideceğimiz yere götürdüğümüzden gitmemizin de bir anlamı olmaz… Sadece öğrenilmiş çaresizliklerden sıyrılıp düşlerimizi olduğumuz yerde gerçekleştirmemiz gerekiyor AN’da ve OL’duğumuz yerde…
Bu kadar gitmekten ve ve sevgiden bahsedince bir soru sordum kendime? Murat sence bir insan neden gitmek ister ya da bulmak ister? Bulduğundan neden emin olmak ister? Emin olduğu şeyi neden sorgulamak gereği duyar? Sorguladığı şeyi neden sonrasında yargılamak ister? Ve sonrasında neden, bir çuval inciri berbat ettim diyerek hepsini bir kenara koyup yeni arayışlara girer?
Kendi içimizde bize ait olan topraklarımızı mı erozyona uğratıyoruz ondan dolayı mı koruyamıyoruz emin olma hallerimizi? Doğru soru belki de şu, bizim içimizde toprak kaldı mı ki kendimizi bir yere ait hissedelim? Bu yüzden mi kök salmakta bu kadar zorlanıyoruz ve kendi adımlarımızın değdiği anlarımızda bile yalnızlaşıyoruz? Her zaman soruları çoğaltmayı seviyoruz, çocukken başlayan bir öğrenme süreciydi bu belki de. Her an gitmeye hazır değildir tüm insanlar fakat bu satırları okumaya başladıysanız içinizin bir yerlerinde mutlaka bir yolculuk hikayeniz vardır. Hele ki buraya kadar geldiyseniz sonraki adımı merak ediyorsunuzdur. Gitmeli miyim? Kalmalı mıyım? Doğrusu hangisi acaba?
Bizler evrensel olma, dönüşümün içinde yer alma, farkındalığını yakalama ve var oluşun içinde kendine ulaşma çabaları arasında git geller yaşarken bir çok gerçeği yitiriyoruz. Dünyanın ulaşılması en basit olan hallerine dokunamıyoruz… Sevgi, mutluluk, aşk, müzik, dinginlik, huzur, yaşamak ve benliğine varmak gibi… Hepsini tek tek ya da çoğul düşününce o kadar basit eylemlerle elde edilecek şeyler ki oysa bizler günde 10 saat hafta 5-6 gün çalışıp bunları elde etmek için kocaman bir ömür sarf ediyoruz. Oysa tüm bu ulaşmak istediğimiz şeyler sadece bir gülümsemeye dokunmakla mümkün olabiliyor, sadece o gülümsemeye dokunmak ve onda var olmak ve onun güzelliğine tanık olmak. Bu kadar basit ve bu kadar ulaşılabilir aslında her şey. 7x24x365 çabalayarak elde edilmesi zor şeyler gibi görünüyor oysa değil mi?
Bütün bu yazının sonunda hayatın sırrını veriyorum dersem ne düşünürsünüz acaba. Biraz komik gelebilir değil mi? Sır için onlarca kitap yazıldı, binlerce web sitesinde, milyonlarca özlü söz dolaştı, belki de onbinlerce başarı hikayesi anlatıldı bu kadar kolay mı gerçekten? Sanırım kolay hatta çok kolay, eh Murat bu kadar yazıyorsun da sen ne kadar sırra vakıfsın diyebilirsiniz, öğrendiğim ve bildiğim kadar diyebiliyorum. Beni için sır BEN’i SEV’mektir. BEN’i sevin… O zaman değerli ve özel olmaya başlıyorsunuz çünkü. Değerli olmaya başlayınca size açılan kapılardan geçmenizde kolaylaşır çünkü soru işaretlerinizi yitirmişsinizdir. Bu BEN’i SEV’mek tabirini bencillik olarak algılamayın lütfen BEN’cilik olsun biraz çünkü gerçekten siz kendinizi sevdiğiniz zaman açığa çıkacaktır. Bu kadar yazı da boşa gitmiş olacaktır. Çünkü söylenen her söz teferruattı ve asıl olması gereken şeyi fark etmeniz içindi. BEN’i ve BEN hallerinizi çok sevin…