Plasebo Nedir
Plasebo, Latince kökenlidir ve tam manası ‘memnun edeceğim’dir. Plasebo kelimesinin İngilizce’deki ilk kullanımı 13. yüzyıla rastlamaktadır. Kilise geleneğinde ‘plasebo’ terimi, Orta Çağ zamanında dualarda Tanrı’yı memnun etme vaadine karşılık gelirdi. ‘Plasebo Domino’ yani ‘Tanrı’yı memnun edeceğim’ ifadesi M.S 5. yüzyıla ait bir İncil çevirisinin pasajlarından birinin başlangıcını oluşturmuştur. 18. yüzyılın sonlarında ise ‘plasebo’ terimi tıp jargonunun bir parçası haline gelmiştir. Bu terimi 1772’de tıp diline kazandıranın İskoç Hekim ve Farmakolog William Cullen’ın (1710-1790) olduğu düşünülse de aslında Cullen’ın bunu, İngiliz Hekim Alexander Sutherland’e (1730-1773) borçlu olduğu söylenebilir.
18.yüzyılın sonlarında tıp pratiğinde plasebo uygulanmasının temel nedeni, hastanın talebini ve beklentilerini karşılamaktı. Bir diğer neden ise bazı hastaların iyileşmeye olan dirençlerini kırmaktı. Bu tür reçetelerin ardındaki motivasyon, hastanın ‘zihnini tatmin etmek’ için etkisiz ilaçlar reçete etmek ve doğrudan bir tedavi edici etki yaratmamak olarak özetlenebilir. Aslına bakılacak olarak 18. yüzyıl hekimlerinin çoğu basit, zayıf veya tamamen etkisiz, rahatsız edici olmayan ilaçlar olarak gördükleri her türlü ilaca da başvurmuşlardır. Buna ‘saf plasebo’ denmektedir. Günümüzde saf plasebolar (farmakolojik etkisi olmayan maddeler mesela şeker hapları vb.) ve saf olmayan plasebolar (farmakolojik etkisi olan ancak tedavi edilen rahatsızlık üzerinde etkisi olmayan maddeler) arasında ayrım yapılmaktadır. 18. yüzyılda plasebo reçete eden hekimler genellikle belirli bir durumda çok etkili olmadığı düşünülen ilaçları uygun görürlerdi. Sonraları tamamen etkisiz maddeleri plasebo olarak kullanmaya başladılar. Aslında inancın plaseboda ne kadar etkili olduğunu fark ettiler diyebiliriz.
Plasebo tedavisi, tıpta ve psikiyatride ezelden beri bilinmektedir ve kullanılmaktadır. Çünkü plasebolar psikolojik kökenli semptomların veya somatoform hastalıkların (kişide bedensel yani somatik şikâyetlerin ortaya çıkması ve belirtilerin tıbbi bir açıklamasının bulunamaması ile karakterize edilen hastalıklar) tedavisinde oldukça etkilidir. Harvard Üniversitesi’nden John Nichols 1893’te bu etki hakkında şunları yazmıştır:
“Ortalama bir hasta, doktorunun hijyenle ilgili tavsiyelerine kıyasla reçetesini çok daha fazla ilgiyle dinler. İlaçtan iyi sonuçlar beklerken, çoğu zaman sonuçları hissettiğini hayal eder. Umut o kadar güçlüdür ki tedavi edilemez hastalıklarda bile, her yeni reçetenin ardından genellikle geçici bir iyileşme görülür. Bu umut gücü bazen eğitimli hekimler tarafından kullanılır ve buna ‘beklentili dikkat’ denir.
Yüzyıllar boyunca plasebolar ‘değerli aldatıcı tedaviler’ olarak kabul edildi ve 1945’e kadar genellikle ahlaki açıdan yararlı yönetim araçları olarak kabul edildi. II. Dünya Savaşı’nın sonunda, plaseboların gerçek rollerine ışık tutmak için işlevlerinin eleştirel bir değerlendirmesinin gerekli olduğu açıktı. Bu metodolojik çağrının ardından, sonraki yıllarda plasebolar üzerine çeşitli çalışmalar yapıldı ve 1955’te HK Beecher, ‘Güçlü Plasebo’ başlıklı bir makale yayınladı ve plaseboların yüksek derecede terapötik etkinliğe sahip olduğu sonucuna vardı.
Kadim Felsefeler ve Plasebo
Kadim felsefi akımlar açısından plasebo etkisi, modern tıbbın ‘yan etki’ veya ‘anomali’ olarak gördüğü durumdan çok daha fazlasıdır. Bu gelenekler için plasebo, evrenin temel bir işleyiş prensibinin, yani ‘bilincin madde üzerindeki mutlak gücünün’ somut bir kanıtıdır. Kadim düşünürler bu olayı ‘plasebo’ olarak adlandırmazlardı çünkü bu durum onlar için evrenin doğal bir işleyişi, zihin-beden bütünlüğünün bir kanıtı veya ilâhî/kozmik bir müdahaleydi. Modern bilimin ‘açıklanamayan bir zihin oyunu’ olarak baktığı şeye, onlar ‘doğanın en temel şifa mekanizması’ olarak bakıyorlardı. Modern Batı tıbbının özellikle Descartes sonrası yükselen pozitivizmin etkisiyle uzun süre unuttuğu bir kavram olan zihin-beden birliği, kadim felsefelerin temel taşıydı. Onlara göre hastalık sadece fiziksel bir arıza değil, aynı zamanda zihinsel, ruhsal veya enerjetik bir dengesizliğin bedene yansımasıydı. Şimdi plasebo kavramına kadim felsefelerin bazıları açısından bakalım.
Kadim felsefelerde plasebonun sadece bir ‘hap’ veya ‘sahte bir tedavi’ değil, kişinin kendi ‘içsel gücünü ve inancını’ harekete geçirmesi olduğunu görürüz. Mesela bunlardan biri Hermetizm’dir. Kökeni Antik Mısır ve Yunan olarak kabul edilen bu felsefe, adını Hermes Trismegistus’tan alır. Hermes aynı zamanda Mısır Tanrısı Thoth ile de ilişkilendirilir. Thoth bilgelik, yazı, büyü ve bilimle özdeşleştirilen bir tanrıdır. Bu felsefe özellikle Rönesans döneminde Avrupa’da büyük ilgi görmüştür. Felsefeciler, simyacılar ve bilim insanları bu felsefeden etkilenmişlerdir. Plasebo etkisi bu felsefenin “Zihin her şeydir; evren zihinseldir” mantığı ile örtüşmektedir. Zira bu felsefeye göre insan zihni çok güçlüdür ve iyileşmede hatta maddeyi şekillendirmede bile rol oynayabilir. Ayrıca bu felsefeye göre yaşadığımız fiziksel gerçeklik, evrensel bir zihnin bir yansımasıdır. Bireysel zihinlerimiz ise bu ‘büyük zihnin’ birer parçasıdır, hatta alıcısıdır. Farklı olasılıklar vardır ve bilincimiz geliştikçe bunları, tıpkı bir radyo alıcısı gibi bu büyük bilinç radyosundan çekmeye başlar. Bir kişinin, bir ilacın veya tedavinin işe yarayacağına dair sarsılmaz inancı işte bu kendi zihinsel gerçekliğini tekrardan şekillendirmesidir.
İnançlar zihinsel bir kalıptır ve bu kalıplar evrensel yasalar uyarınca fiziksel bedende karşılık bulmak zorundadır. Hastalık zihinsel bir uyumsuzluksa iyileşmeye olan inanç da zihni yeniden uyumlu hale getirebilen ve bedeni bu yeni düşünce yapısına göre şekillendiren bir frekans yaymaktadır. Burada iyileştiren şey ‘hap’ değil, kişinin kendi zihninde yarattığı ‘iyileşmeye dair inancı’dır.
Doğu felsefelerinden olan Budizm de zihnin acı ve ıstırap üzerindeki rolünü oldukça önemser. Özellikle farkındalık ve meditasyon pratikleri, kişinin düşünce ve duygularının bedensel duyumlarını doğrudan nasıl etkilendiğini gözlemlemesini sağlar. Bu perspektiften baktığımızda plasebo, niyetin (sankappa) ve odaklanmış zihnin (samadhi) gücünün bir tezahürüdür. Bir kişi iyileşeceğine gerçekten inandığında, zihnindeki endişe, korku ve şüphe gibi olumsuz durumlardan arınır ve kendini iyileşme sürecine odaklar. Bu odaklanmış zihinsel durum, bedenin doğal denge ve iyileşme mekanizmalarının önündeki engelleri kaldırır ve kendini onarmasına izin verir.
Bir diğer Doğu felsefesi olan Taoizm evrende akan ‘Chi’ adı verilen yaşamsal enerji kavramına inanır. Sağlık, Chi’nin bedende dengeli ve engelsiz bir şekilde akmasıyla mümkündür. Hastalık ise bu akışın bloke olması veya dengesizleşmesidir. Taoist bir bilge için plasebo ise inancın ve zihinsel teslimiyetin (wu wei-çabasız eylem) Chi akışını nasıl düzeltebileceğinin mükemmel bir örneğidir. Bu enerji meridyenlerindeki blokajların üzerindeki zihinsel direnci ortadan kaldırır. İyileşme, dışarıdan bir müdahale ile değil, içerideki enerjinin yeniden hizalanmasıyla gerçekleşir.
Şamanizm’e tam olarak felsefi akım diyemeyebiliriz çünkü felsefe mi yoksa inanç mı olduğu konusu, modern kategorilere tam olarak sığmayan yapısı nedeniyle sıkça tartışılır. Kısaca Şamanizm, her ikisini de içinde barındıran fakat her ikisinden de daha fazlası olan bütüncül bir dünya görüşü ve yaşam biçimidir diyebiliriz. Şamanizm binlerce yıldır dünyanın dört bir yanındaki yerli kültürlerin uyguladığı en eski şifa sanatlarından biridir. Şamanik şifa, sadece bireye değil, onun ruhuna ve topluluğuyla olan bağına odaklanır. Şamanik bir ritüel, plasebo etkisinin en güçlü ve katmanlı hallerinden biridir. Burada sadece hastanın inancı değil, aynı zamanda şamanın niyeti, kullanılan sembollerin (totemler, şarkılar, bitkiler) arketipsel gücü ve tüm topluluğun kolektif inancı devreye girer. Yaratılan bu güçlü sembolik ve enerjetik alan, hastanın sıradan gerçeklik algısını kırar ve onu ‘her şeyin mümkün olduğu’ bir şifa alanına taşır. Hastanın iyileşmesini sağlayan şey, içtiği bitki çayı değil, o çayın sunulduğu ritüelin yarattığı derin anlamsal ve psikolojik dönüşümdür.
Biraz da Antik Yunan’a bakalım. Platon’un felsefesinde, gördüğümüz fiziksel dünya, asıl gerçek olan ‘idealar dünyasının bir gölgesinden veya kopyasından ibaret olduğunu ve her şeyin mükemmel bir ‘formu’ veya ‘ideası’ o dünyada mevcut olduğu savını görürüz. Bu perspektiften, ‘sağlık’ bedenin ait olduğu mükemmel bir ideadır. Hastalık, bu ideal formdan bir sapmadır. Plasebo etkisi, inanç aracılığıyla kişinin bilincini yeniden ‘mükemmel sağlık ideası’ ile hizalamasıdır. Zihin, bu mükemmel forma odaklandığında, gölge olan fiziksel beden de onu takip etmek ve o ideal formu yansıtmak zorunda kalır. Değişim önce zihinsel ve ‘ideal’ düzlemde gerçekleşir, ardından fiziksel dünyaya yansır.
Hipokrat genellikle modern tıbbın babası olarak görülse de onun da ‘hastanın iyileşme arzusunun’ tedavinin en önemli parçası olduğunu vurguladığı bilinir. Asklepion adı verilen şifa tapınakları, sadece tıbbi müdahalelerin yapıldığı yerler değil, aynı zamanda hastaların tanrı Asklepios’a dua ettiği, arındığı ve umutlarını tazelediği kutsal mekanlardı. Hekimin sakin, bilge ve kendinden emin tavrı, hastanın ona güven duymasını sağlar ve bu güven iyileşmenin yarısı kabul edilirdi.
Özetle, kadim felsefeler için plasebo bir ‘kandırmaca’ değil, evrensel bir hakikattir: Şifa, dışarıdan gelen bir şey değil, bilincin kendi doğasına geri dönerek içeride başlattığı bir süreçtir. Modern bilim bu etkiyi nörotransmitterler ve beyin kimyasıyla açıklarken, kadim felsefeler bunun arkasındaki daha derin mekanizmayı, yani zihnin maddeyi şekillendiren asli gücünü binlerce yıl önce zaten anlamış ve kullanmışlardır.


