“Ruhun bedeni terk etmesi 1910’larda çok sık görülürdü. Bu tarihte, birçok ‘ruhun’, Hindistan civarında amaçsız bir şekilde dolaştığı ve Amerikan konsolosluğunu aradığı bildirilmişti. Bu olay maddenin şekil değiştirmesi olayına çok benzemektedir. Burada kişinin maddesi ortadan kaybolmakta ve dünyanın başka bir yerinde ortaya çıkmaktadır. Bu yöntem iyi bir seyahat yöntemidir, ancak yine de bagajlar için yarım saat civarında beklemek gerekmektedir.”
Norman Mailer, “Körler Körlere Yol Gösteriyor” romanında yabancılaşmayı, dün ile yarın arasında, yolunu ve aklını kaybeden insanı bir anekdot ile anlatır:
“Bir yolcu görüyorum. Ben olmadığım mutlak. Orta yaşlı, tıknaz biri. Uzun bir yolculuktan yeni dönmüş gibi. Ya hava alanına inmiş, yada treni az önce istasyona girmiş. Ha uçak, ha tren fark etmiyor zaten. Evine bir an önce dönebilmek için telaşlı. Sabırsızlıkla bagajını almak için bekliyor, alır almaz bir taksi durduruyor, bavullarını yüklüyor, şoföre adresi verdikten sonra arka koltuğa geçip kuruluyor. Her şey yolunda. Her şey iyi. Adam başını çevirip sokakta oynayan çocuklara bakıyor. Birden yorgunluk duyuyor, soluğu kesiliyor. Gazetesini açıp okumak istiyor, ama gözleri kararıyor, yazıları seçemiyor, gazeteyi bırakıyor. Birden bire ve hiç nedensiz kendini bitkin hissediyor. Uzun yolculuğun verdiği bir yorgunluktur diye avunmaya çalışıyor. Pencereden bakıyor. Taksi yanlış bir yoldan gidiyor! Ne yapsın şimdi? Elini uzatıp şoförle arasındaki camı tıklatması yeter. Ama şoförü rahatsız etmeyi göze alamıyor. Yeniden pencereden dışarı bakıyor. Adam bu kentte oturuyor, yine de bu sokakları önceden hiç görmemiş. Yapılar bir tuhaf, ortalıkta dolaşanların giysileri alışılmamış, görülmemiş şeyler. Bir tabelaya bakıyor, ama tabeladaki yazılar bilmediği bir alfabenin harfleri. Yüreğinin vuruşunu bastırmak için elini göğsüne götürüyor. Taksinin arka koltuğuna iyice büzülerek, bir düş olmalı bu diye düşünüyor. Düş görüyor, bu kent, bu taksi hep düşte. Ve düş sürüp gidiyor…”
Norman Mailer’in anekdotundaki insan bir kayıptır; arafta yalnızlığına anlam veremeyecek kadar hiçleşen bir kaybeden!
Woody Allen’in “Tüysüz” kitabında bahsettiği ruh göçü ise Norman Mailer’in kaybolma kavramına tamamen farklı bir noktadan bakmaktadır. “Ruhun bedeni terk etmesinin 1910’larda çok sık görüldüğünü” söyler. “Bu tarihte, birçok ‘ruhun’, Hindistan civarında amaçsız bir şekilde dolaştığı ve Amerikan konsolosluğunu aradığı bildirilmişti. Bu olay maddenin şekil değiştirmesi olayına çok benzemektedir. Burada kişinin maddesi ortadan kaybolmakta ve dünyanın başka bir yerinde ortaya çıkmaktadır. Bu yöntem iyi bir seyahat yöntemidir, ancak yine de bagajlar için yarım saat civarında beklemek gerekmektedir.
Bu tür olaylar içinde en şaşırtıcı olanı ise Sir Arthur Nurney’in başına gelendir. Sir Nurney banyo yaparken, duyulabilecek yükseklikte bir ‘pat’ sesiyle ortadan kaybolmuş ve Viyana Senfoni Oskestrası’nın yaylı çalgılar bölümünde ortaya çıkmıştır. ‘Üç Kör Fare’ adlı ilkokul şarkısından başka hiçbir şey çalmayı bilmemesine karşın, yirmi yedi yıl boyunca bu orkestrada baş kemancı olarak çalışmış, sonunda bir gün, Mozart’ın Jüpiter Senfonisi sırasında aniden ortadan kaybolmuş ve Winston Churchill ile birlikte yatakta ortaya çıkmıştır.”
Allen, ruh göçünü “Paris’te Gece Yarısı” filminde de ironi dolu bir romantizmle işlemiştir. Sonbaharda evlenecek olan Amerikalı nişanlı çift Gil ve Inez etrafında Paris’in büyüsüne kapıldığımız film! Inez’in babasının iş gereği Paris’e gelmesini fırsat bilip, küçük bir tatil için bu gözde Avrupa şehrinde gerçekleşen iç içe geçmiş bir tür zaman yolculuğu. Başta her şey eğlence dolu bir Avrupa kentini gezmekten ibaretken, özellikle damat adayı Gil’in, Paris caddelerinde gece yarısı yaşadığı gerçeküstü maceralarının büyüsüne kapılmamak mümkün değildir. Seyirci, Gil’in, Paris’e büyük bir aşk beslemeye başlaması ve edebiyatçı kimliği ile birlikte zamanda yaptığı sıçramaların tutkuya nasıl dönüştüğünü izlerken, zamanda sıçrama yapmanın olası olabileceği konusunda ister istemez kendince hipotezler üretmektedir. Hem kim istemez ki, Scott Fitzgerald, Ernest Hemingway veya Salvador Dali ile tanışmayı?
Ben isterdim! Dali’nin 1929’da arkadaşı Luis Bunuel ile beraber çektikleri ‘Bir Endülüs Köpeği’ gibi avangart bir filme ortak katkım olabilirdi. Hem Bunuel ve Dali neden şöhretlerini benimle paylaşmasınlar ki? Yirmilerin sonunda Paris’e Dali’nin peşine takılarak gidebilirdim. Sürrealist akımın öncüleri Andre Breton ve Paul Eluard ile tanışıp, Eluard’ın karısı Gala’yı, belki Dali’den önce ayartabilirdim. Gala ile aşkımı ilham alacak Dali de katı ve değişmez zaman kavramını resimlerine neden farklı yansıtmasındı? “Belleğin Azmi, Yumuşak Saatler” resimlerinde görülen geniş kumsalların üzerine, Gala ile sevişmelerimizi neden çizmesindi? 1936’da başlayan ve tüm İspanya’yı kaosa sürükleyen İspanya İç Savaşı, 1939’da General Francisco Franco’nun galibiyetiyle sona erince, Dali yeni kurulan faşist rejimi desteklediğini açıkladığı anda dostluğumuz biterdi belki de!
“The Great Gatsby” romanının yazarı Scott Fitzgerald ve asi karısı Zelda Sayre ile neden tanışmayayım ki? Scott Fitzgerald’ın romanlarına ilham veren parlak ışığı; yaşamını dilediği gibi, hiçbir kurala uymadan yaşayan çılgınlık abidesi ve belki de ilk gerçek “flapper”i tanımayı istiyorum evet! Sanata ve edebiyata düşkün, zeki ve cazibeli bir kadın olan Zelda Sayre’ı etkileyen, Fitzgerald’ın karizmasından çok yazma yeteneğiydi kuşkusuz. Kendilerini de, yaşadıkları ilişkiyi de öldürmek istercesine alkol, sigara ve çılgın partilere bağımlı hale gelmeleri ve yazının dışında paylaştıkları tek ortak konu da şiddetli kavgalarıydı. Zelda’nın flört ettiği erkekler, Fitzgerald’ı delirtiyordu. Bar arkadaşım olacağı su götürmez Ernerst Hemingway de, her fırsatta Scott Fitzgerald’ın büyük bir yazar olduğunu söylüyordu. Bir müddet Hemingway ve Fitzgerald’ın aralarından su sızmadı. Beraber içip beraber sızan iki büyük yazarın dostlukları fazla uzun sürmedi.
Zelda şişkin bir egosu olduğunu düşündüğü Hemingway’den hiç hoşlanmazdı. Hemingway’i hep kadınlara karşı çok önyargılı ve fazla maço buluyordu. Haklıydı, çünkü Hemingway maço dış görünüşüne uygun şeyler söyleyen ve öyle yaşayan bir yazardı. Çevresine, kendisini müthiş bir aşık olarak tanımlamayı severdi. Hatta Paris’te, genç bir adamken, Thornton Wilder’a, içindeki seks arzularının çok fazla olduğunu, günde üç kere cinsel ilişkide bulunmak zorunda olduğunu söylemişti. Bunun dışında libidosunu sakinleştirmek için sık sık ilaç kullandığını da eklemişti. Hemingway’in cinsel ilişkiyi bisiklete binmeye benzettiğini, “ne kadar fazla pedal çevirirsen o kadar daha iyi olursun” dediği bilinir. Beraber olduğu kadınlara karşı dominant bir erkek olan Hemingway, erkekle kadın arasında cinsel ilişki var olduğunda, cinsel idarenin erkekte olması gerektiğini söylüyordu.
Hemingway, seyahatlerinden yazdığı mektuplarda, çok değişik seks partnerlerinin olduğunu anlatıyordu dostlarına. Afrika’ya safariye gittiğinde, siyah kadınlardan bir haremi olduğunu bile yazmıştı örneğin. Ne ki, Hemingway’in kadınlar hakkında olur olmaz yer ve zamanda, gereğinden fazla konuşması, yakın dostlarından Scott Fitzgerald’ın da dikkatini çeker ve yaşamını dilediği gibi, hiçbir kurala uymadan yaşayan karısı Zelda Sayre’nın adının Hemingway ile dedikoduya karışması sonucu dostluklarını bitirir.
Yaşanan veya kurgulanan bir olayın gerçekliği, yaratılan algıya göre yer değiştirebilmekteydi. Birini gerçekten tanımakla, bir kitapta okumanın ya da bir filmde izlemenin karmaşasında bir ayrım yapmak olası mıydı? Sararmış gazete sayfalarındaki ölü insan isimleri, bombalanan sokaklar, güce boyun eğmeyi demokrasi ile karıştıran kitle ve tüm bunların karşısında bize ait diyebileceğimiz bir “geçmiş” sahiden var mıydı? Gerçekliğinden kuşkuya düştüğümüz bir geçmişten kim bahsedebilirdi? Aklımızı, kimliğimizi, adımızı, sokağımızı, kültürümüzü kaybettiğimiz noktada yeni bir başlangıç yapmak ne kadar olasıydı?
Dünsüz veya yarınsız olsa da hiçbir dedikodu amaçsız değildi. Zamanın kendisi de dedikoduydu.
Taksinin arka koltuğunda yolculuk ederken zihnimin dehlizlerinde kaybolmak ya da duş alırken kendimi Viyana Senfoni Oskestrası’nın yaylı çalgılar bölümünü yönetirken bulmak ve bu yolla bir dengeye kavuşmak da bir olasılıktır tabi. Woody Allen ve Norman Mailer ile Kumkapı’da Kör Agop’un meyhanesinde rakı içtiğimi düşlüyorum sık sık. Kör Agop, Charles Bukowski’ye daha veresiye içki vermeyeceğini söylemesine rağmen, son bir bira göndermeyi de ihmal etmiyordu. Pek de makbul bir adam olmayan Bukowski, viski ve bira ile çoktan yükünü tutmuş halde yerinden kalktı, sallanırken kesinlikle komşusunun karısını ve onun koca kalçalarını düşünüyordu. Woody, Norman ve benim oturduğum masaya, geçerken çarptı ve rakı kadehlerimiz devrildi.
“Dikkat etsene Pis Moruk!”
söylenmemizi umursamadı bile ve kesinlikle kendi osuruğuna daha fazla önem veriyordu. Rakı şişesine düşmek bana iyi gelmiyor, taburemden kalkarken Woody’nin kadehini devirdim, Mailer’e omuz attım. Kafamda tek soru vardı: “Bukowski bu kafayla komşusunun karısını düzebilecek miydi acaba?”
Kültür Sanat: Bayram SARI