İç Hesaplaşması

Kırılmadık fanus, gömülmedik duygu kalmadı derken her seferinde yeni bir katman çıkıyor insanın karşısına. Adına yaşam dedikleri şu ikircikli oyunda, ebeveynlik adına, aile adına, kardeşlik adına üzerimizde oynanan tüm oyunların yarattığı izdüşümleri silerek bitirmek mümkün görünmüyor. Ama bir umut var diyerek, sıfırdan başlamayı da delilik olarak görüyorum artık. “Ya öyle değilse” bir kaçış cümlesi oldu benim için.
Niyetleri o değildi,
Bu değildi,
Şu değildi de neydi onların niyetleri?
Onlar hep iyiyse benim içim mi arızalıydı? onu anlamaya çalışıyorum. Eylemlere yüklediğim anlamların, deneyimlerle ilişkisi var deyip, kaçış cümleleri kuruyorum ama gerçeklik denen şey benim algıladığım gibi değilse ne yapacağım…

Ruhumun duvarlarına çentik atıp duruyorum. Gün sayan mahkum gibi görmek istemiyorum kendisini fakat emanet edilmiş bedenin hükümsüzlüğünü bir hükme bağlama gayretinden de vazgeçtim iyice. Uyumsuzlar lakabı kilitleniyor tüm benliğime, ayrışıyorum ayrışamadıklarımdan…

İç Hesaplaşma

Sanrılarımla inşa ettiğim kafesin içindeyim. Platonik bir yok oluş değil yaşadığım. Ya da kaotik bir yok oluş! Sadece içimde birikenlerle yüzleşen ben ile birikmiş olanların karşılaşmasının yansımasını tariflemeye çalışıyorum. Kafesin demirleri, bir boksörün bileği kadar kalın, işin ilginç yanı onu örerken çıkacağımı hiç düşünmemişim. Buna bazıları teslimiyet diyor bazıları da çaresizlik. Bana göre bu ikisinden daha fazlasını yaşadım ve daha derinlerde başka bir hikayesi var şu çocuğun. Ne olduğunu bulmayı diliyorum, çünkü onun bulacağı yolla çıkacağım şu absürt fabldan. Aslan oğlum, tembel tavuk

Yaşananların oluşturduğu, iki ters bir düz örgüden oluşan biçimsel olmayan ama var görünen bir kafes… Şişler dokuz numara, iplikler çamaşır ipi kalınlığında… Örgüyü örenler kendi katmanlarını oluşturmuşlar. Anne katmanı, baba katmanı, akraba katmanı, mahalle katmanı, milliyet katmanı, din katmanı, eğitim katmanı… Kimi çelik kadar sağlam bir ip kullanmış kimi de abartmış halatla örmüş örgüsünü. Bu işe mutlak irade denen şey varsa -ki deneyimler var olduğunu gösteriyor- onun ördüğü örgüyü katmıyorum bile. Fanusun camını kırdım, örgünün ilmeğini çözdüm ile nihai hedefe varılıyor mu? Komik olma Murat, ilmeği çözeceğim diye sürekli olarak bir ucunu elinde tutup dururken nasıl, özgürleşebilirsin kendi kaotik evreninden.

Şimdi bu yazıyı okuyan sen, sana da şunu söyleyeyim bu karanlık bir yazı değil, desem de sen bir sürü karanlık göreceksin ama her örgünün içinde ve fanusun üzerinde ışık var ve o ışık davet ettiği için tarifi mümkün olmayan deneyimlerden sıyrılıp, biçare kelimeler ile talan edilmiş alanları kendime anlatıyorum. Orada kocaman bir ıhlamur ağacı var ve çit kenarına dikilmiş sardunyalar, ortancalar… Salt karanlıktan ibaret bir evrende değilim özetle. Az ötede rüzgarda salınan kavak ağaçları ve onların yapraklarının sesleri, üzerindeki serçelerin, sakaların çığlıkları ve kumruların yakarışları. Ama hepsi kafesin çevresinde, fanusun dışında ve bir adım mesafesinde ama kilometrelerce uzakta…

İç Hesaplaşma

Bazen düşünüyorum, Alaaddin’in sihirli lambasını bana verseler ve “üç dilek hakkın var” deseler neler dilerdim. O lambadan çıkan zatın gücü nereye kadar etkili. İlk dileğim tüm varlığımı en masum haline getirmek olsaydı, nasıl bakardı bana acaba? İkinci dileğim de kalbini kırdığım herkesin gönlünü almak olsaydı, güler miydi? Üçüncü dilek mi? Onu da kendime saklayayım, belki yarın birilerinin ihtiyacı olduğunda yanında olabilecek bir şey olsun isterim. Issız bir adaya düşsen yanına üç şey alsan ne olurdu? Kalbimi kıranlar, kalbini kırdıklarım ve ben.. Herkes ne yaptığının farkında olarak orada olsun. Herkes gönül almasını bilse ve birbirinde incittiği yerleri iyileştirse… En masum hale geldiğinde bir gemi yanaşsa adaya ve herkes gitse, kalan ben huzurlu bir şekilde kumsalda güneşin batışını izlesem. Kafessiz, fanussuz, örgüsüz, örüntüsüz.

Kendime karşı ne çok orantısız güç kullandığımı fark ettim, kendimle yüzleşirken. Hayallerim, başkalarının hayatlarından aşerdiğim düşler ile bezeli. Kimi mutlu, kimi mutsuz. Düşlerim de sahipsiz kalmış çocuklar gibi, kim ebe olursa onun koşturmacasından kaçıyor. Bazen dokuz taş, bazen yakalamaç bazen de ebeleme. Günün sonunda hangi oyundaysan onun fırtınası esiyor tenimde ve onun heyecanı bürünüyor bedenime. Yakalanmamak, devrilmemek, dokunulmamak arasında dolaşıp duruyorum ve tanyerine yaklaştıkça rüyalarımın esamesi okunuyor kulaklarıma.

İç Hesaplaşma

Döngüsünün de yolculuğunun da diyerek gitmeyi düşünen bir ben var içimde ama o, “zihnin kurgusu içinde olan ben mi?” yoksa “artık yeter bu kadar dünya deneyimi, bırak da gideyim diyen ruhun olduğu ben mi?” bilemedim. Yıldız bezeli gökleri sevdiğim doğrudur. Orayla bir bağım yoksa bile oraya bağlanmak isteyen bir sürü iç çekişlerim var diyebilirim. Şimdi yazarken fark ettim, şehir hayatı da gökkubbem ile arama ışıklarıyla kalınca bir fanus kurmuş ve onu benden ayırmış durumda. Işıktan daha hızlı giden ruhumun seyrüsefer yalnızlığında hangi yıldız beni kabul eder acaba kendi coğrafyasına. Melekler ve toprak “insanın yeryüzünde fesat çıkaracağını ve kan dökeceğini söylemiş” şimdi dünyaya bakınca çok da haksız sayılmazlar. Böyle bir türün içinden çıkan birini bir başka yıldız neden kabul etsin ki? Belki o da orada fesat çıkartacak, kim bilir? Ama zannetmiyorum. Çünkü oraya tek başına gideceğim için, ne çoğalıp artacak yeni bir Murat soyu olacak ne de o soyu sürdürecek bir tür.

Kendimi çok mu gömdüm? Aslında kendimi değil, insanın varoluş öyküsünü gömmeye çalışıyorum ki ilk başa dönelim. Yaratılıştan önceki an’a. Varoluştan önceki an’a. Varsa o AN artık olmasın diyeceğim o an’a… İnsanlık mı olmasın, Murat mı olmasın? işte orası biraz muamma… Çünkü kiminle konuşsam, seksen, yüz sene yaşamak istiyor. Kime sorsam mutsuz ve arayıştan yorulmuş durumda. Kime sorsam, yüz yaşında hissediyor ama kırk yaşında. İleride olasılıkları geri çevirip mutlu olacağını ya da gün göreceğini düşündüğü için mi, seksen, doksan, yüz yaşına kadar yaşamak istiyor, bilemiyorum? Mantıklı gelmiyor bana açıkçası, son bir umut düzelir diye ilave otuz, kırk yaşam isteyip, onu güzelleştirecek hiçbir hamle yapmadan mutlu olmayı beklemek. İronisi bol, hüznü eksik, sevinci yoksun geleceğe mektuplar yazıp duruyor herkes. Daha güzel bir dünya hayali kuran insanların, ağaç dikmediğini düşününce ve güzel bir dünya içinde kendisini konforlu bir alanda düşlerken, o konforu yaratmak için kirlenen ve yok olan dünyayı görmeyişleri de tezatlığın, tezek kokulu riyası gibi geliyor.

Dejenere kimlikler insanın bu hayattaki sınavını geçsinler diye varlar diyeceğim ama bazen ben de on dejenere gücünde davranabiliyorum birilerine. Masum olduğumu hiçbir zaman iddia etmedim, hoş günahkar olduğum da söylenebilir mi? Omuzlarımdaki zatlara sormak gerek, ben bilmiyorum ne olduğunu. Nihayetinde hükmü veren hep onlar oldu ve onlardan önce de diğerleri ve diğerinden önce de şunlar, bunlar… Kitaplar, alimler, öğretmenler, veliler, ermişler, ebeveynler ve daha bir sürü diğeri de alemi cihanda hüküm sürüyorlar üzerimde. Şimdi onlar inşa etti diye reddetmeyeceğim suçlarımı ama onların hepsine vesile olanlar da onlar değil miydi? İlk ebelemeyi tanrı yapmıştı, sonra şeytan, sonra Adem ve Havva sonra dedem ve babam… Babam babasına daha iyi evlat nasıl sevilir onu göstermek istemiş olabilir mi? Ya da dedem, siz ne biçim çocuk büyütüyorsunuz böyle mi dedi? İkisi birleşip, tanrım hükmünden sual olunmaz olunmasına da niye bu çocuk mu dediler… Yani tanrı şeytan ile iddiaya girdi diye masum da elmayı yedim diye ben mi günahkar olup çıktım şu yaşamda.

İç Hesaplaşma

Rivayetlere göre elma meyve değildi “bilmek” idi… Tüm isimleri öğrettim diye böbürlenen tanrı neden öğrettiklerini dile getiren beni yaka paça savurdu cennetinden dışarı. İnsan neden kendisini en çok seveni çok kolay harcar da kendisine kan kusturana tapar ve onun kölesi olup peşinden koşar. Bilemediğim bir şey de bu. Deveye diken insana da eziyet eden mi? Deve dikeni yerken mutlu oluyor ya insan da kendisine zulmedene tapınarak kendini mutlu mu hissediyor? Yapma Murat mı? dediniz… Kaostan çık ışığa gel mi diyorsunuz? Evrenin yaratılışı kaos değil miydi? Parçalanarak büyümüyor muydu evren? Ben evrenin bir parçası değil miyim? Yin ve yang aynı anda bedende tezahür etmiyor muydu? Karanlık ve aydınlık açığa çıkmak için insanı davet etmiyor muydu? Sen, ne kadar erdin özüne, ne kadar karanlığını gizledin kendinden. En masum olan haline acıdığın kadar acıdın mı, en hoyrat ve acımasız hallerine? En kırılgan olan haline üzüldüğün kadar üzüldün mü, kırıp döküp can yakan hallerine? Haydi ama, çıkar maskelerini ve çıplak kal kendine, senin de yaraların benimki kadar kalın, tıpkı benim yaralarımın senin yaraların kadar derin olduğu gibi.

Bazen asılı kaldığın örüntülerden biri seni çıkartır gibi olur ama hemen seni sahiplenmeye çalışır, seni oradan ben çıkardım sadece benim olmalısın diyerek de girizgah yapar yaşamına. Örüntüyü örenin de bir şeyisindir o da sahiplenir seni. Bir ayna tutar sana yolun güzelleşsin diye gülümsersin o da aynayı terk edip sen olmaya çalışır yolda. Kimse karşılıklı yürümeyi düşünmez ya yanında olmayı ister ya da yanlarında olmanı. Ya onların olmanı ister ya da hiç kimsenin. Çocuk olan hallerin de buna maruz kalır büyümüş hallerin de… Sonra oturur kendin için bir harita çizmeye çalışırsın, köprüler birine aittir geçmek için bedel ödemen gerekir, viyadükler bir başkasına aittir kısa yoldan bir şeyler koparmak ister senden, dereler vardır sahipsiz zannedersin, sırılsıklam yapar atar seni ortalığa ve üşürsün… Güneşini ararsın ama kurumak için girdiğim mağarada esir tutulursun, seni ben kurutacağım diyen bir başkasının elindesindir.

İç Hesaplaşma

Delinin biri kör kuyuya taş atmış ve kırk akıllı çıkartamamış diye bir atasözü var ya işte içinde olduğum halleri de böyle tanımlayabilirim. Kırk haramilerin haramisi değilim yalnız, pirini kaybetmiş bir meczup olup çıktım kendi içimde yolculuğa. Mizacım için hamuş tanımı kullansam iltifat etmiş olmam. Hakikatim, suskunluğumun üzerine inşa edilmiş sessiz bir kanat çırpınışı içinde dönüp duran kelebeğe (Bu arada bir yanılgıyı da düzeltelim, kelebeklerin ömrü bir gün değil. Bir yıl sürenleri de var bir ay sürenleri de…) benziyor ama ömrüm onun olmadı. Sessizliğinde boğulmak tam da bu hikayenin en can alıcı noktası olabilir. Kelebek kanadındaki noktalardan bahsetmiyorum, sancının kaynağı olan suskunluğun doğurduğu o garip sessizliği tanımlamaya çalışıyorum. Düşünüyorum da kendime korktuğum için mi hamuş oldum? Başkasına yandığım için mi? Onun sancısı benden daha büyük olur diye mi sus pus olup gömüldüm içime. Hadsizlik değil mi bu? İşgal edilmişliğime yaptığım en büyük darbelerden biri de sanki bu olmuş. Gözlerin feri sönmüş, içindeki yangınlar dudağının kenarından yaş olarak dökülmeye hazırlanıyor ama yiğitliğe laf söyletmemek var işin ucunda dimdik durmak zorunda kalıyorsun içine çaktığın bayrak direğinin yüzünden. Teslim olmamayı maharet sayıp, yakıp yıkıyorsun kendini.

Zaaf… Zaaflarım… Kaçışlarım… Yüzleşmediğim, yüzleşmek istemediğim ve bu yüzden ben olmayan hallerim… Gördüğün ve duyduğun her şey sensin derler ya işte ondandır bu kaçışlar ve zaaflar. Duyduğun tüm kötü şeylerin ve gördüğün tüm yanılgıların müsebbibi gibi kalıyorsun kendinle. Sanki sen işlemişsin o suçları, sen boyamışsın o tabloyu siyaha. Çünkü böyle buyurdu büyük usta “Guru Her şey Sende” hazretleri. Isınmak için yaktığın ağaçları topladığında orman oluyor. Okumak için aldığın kitapları topladığında koru oluyor. Giyinmek için aldığın kıyafetleri topladığında göl oluyor. Yani farkım kalmıyor mu eline kibrit alıp arsa için orman yakandan? Bu mudur hayatımın özeti, bu mudur içimdeki deccalın buyruğu?

Ne zor şeymiş insan olmak, yok yok öyle değil insan olmak çok kolay zor olan kendin olmak, kendin olabilmek! Dünyaya bakınca mutlu renkleri olan, dünü unutup yarını umursamayan, ver bana, daha çok ver bana diye dolaşan bedenliler var. Onların öyküsünün de kahramanıyım. Kendi varlığına gözlemci olmayı düşünmeyen ve bunu yük görenlerin arasında sıyrılmaya çalışırken kendimi dikenli teller arasında özgürlüğüne koşan bir mahkum gibi görüyorum. Dikenli teller. Örüntülerin arasında yoktu ama bir şekilde  hikayeme dahil oldular işte. Onların da bende izi kalmalı değil mi? Yoksa ölümü gör üzülürüm diyen meleklerin istilasına uğrar keyfim ve içimde nefilimler büyütmek zorunda kalırım. Sanki yarattığım o devler yetmiyormuş gibi bir de onları dahil edeyim. Nefilimlerin ne olduğunu biliyor musunuz? “Tanrı oğulları” ile “insan kızlarının” çocukları olduğuna inanılan yaratıklar ya da devlermiş… İyi de arkadaş Guru Her Şey Sende Hazretleri dememiş miydi “tanrı sensin” diye. O zaman neden şimdi devler ve Nefilimler doğurmuyor insanlık, neyin gazabına uğradı da soyu kurudu tanrı oğullarının. Yok bu konu benim yüreğimi de aklımı da aşar. En iyisi yine kendi içimdeki devşirilmemiş karanlıklara döneyim ben. Onu aydınlatmak için yazdığımı biliyor musun? Fark ettin mi yüzleşmenin içindeki ayrıntıların senin de dünyanı yansıttığını. Yoksa sen çok masum ve mağdur musun ben gibi? Sen de sütten çıkmış ak kaşık mısın? Ne diyordum… Ah evet dudağımın kenarında biriktirdiğim gözyaşları… İçimde patlayan sözcükler… Karşı taraf incinmesin diye talan ettiğim benliğim. Neden böyle davrandım ki? Hatırladım… Ben onları görüyordum ama onlar beni görmüyordu. Onlara göre ben zayıf ve narin bir karakterdim çünkü sessizdim ama bilmiyorlardı ki içimde onlardan yüzlercesini biriktirip eritiyordum. Kendimi de görüyordum onları da gücün egosu mu? Egonun kibri mi bilemedim şimdi?

İç Hesaplaşma

Kolay büyümüyor fidanlar ama çok çabuk kırılabiliyor her yerinden. Hele bir de ağaçlar var onlarca hatta yüzlerce yaşında olanlar. Sivri dilli bir demir ile kısa sürede devirip onu doğrayabiliyorlar. Ne kadar çok insana benziyor değil mi? Sivri dilleriyle ortalıkta cirit atan ve yaralayacak insan arayanlarla bezeliyiz. En azından benim hikayemde böyle karakterlere sık rastlayabilirsiniz. Gömmek serbest dediğim içindir ki cesurlardır bu konuda. Fakat dur dediğimde artık anlamıyorlar çünkü onlara göre ham/uş denen şahsiyetsen bunun da hakkını vermelisin.

Böyle işte dostlar. Hepimizin hikayesindeki karakterler farklılık gösterse de avucumuza batan kıymık hep sürtünecek bir şey bulur ya da incinen bedenimizi daha da acıtacak çarpma etkisi yüksek deneyimler yaşatmaya gönüllüler de sıraya girebilir her an ve her yerde. Oldum demenin bedeli ağır diye olmadım diyerek yola devam edince “o zaman ol artık” diye bir sürü figüran ve suflör hikayemize dahil oluyor.

Sahi ben şimdi oldum mu? Olmadım mı? Canı yananlara göre hiç olmamış bir cehennemlik? Mutlu olanlara göre, tamamlanmış bir insan? Kendime göreyse, arafına zebanileri davet etmiş, rakı masasında sohbet eden, bir ayağında siyah diğer ayağında beyaz pabuçları olan yin ve yang, cennet ve cehennemi tek bir anda biriktiren garip bir insan çocuğuyum. Kendime son zamanlarda yapıştırdığım bir etiket var Ruh Sohbetçisi… Bu sohbeti başkalarının ruhları ile değil kendi ruhumla yapmaktayım tabi. Onunla olan sohbetlerime şahit olanlar kendilerini de görebiliyorlar. Beni anlatmış, benimle sohbet etmiş, beni biliyor diyebilirler. Belki de ilk ana dönmüş hatta dönmeye niyet etmiş, tanrı parçalarının henüz bağı kopmamış unsurları da olabilir miyiz? Bu da bir olasılık tabi ama olmayabilir de… Ya öyleyse… Ya öyle değilse…

Kim beni kandırabilir ki benden başka. Kim ben istemesem beni kendisine inandırabilir ki? Ben neden inanmak isteyeyim “nefsine kör, benliğine yabancı” bir kimliğe? İnanıyorsam da neyi unutmak istiyorum da sürüklüyorum bütün varlığımı o manasız görünen ama mana yüklediğim yolda. Gittiğimde göreceklerim mi mutlu edecek beni? Yoksa yaşayacaklarım mı? Tecrübe ile sabittir ki tüm deneyimler, günün sonunda anlamını yitirip normale döndüğünde çabanın da gereksizliği ile yüzleşiyorsun.

İç Hesaplaşma

Hayal kırıklığı… Çok sayıda hayal kırıklığı yaşadığım deneyim ya da hayal kırıklığı yarattığım deneyimsizliklerim de oldu. Sanki biri yin, yani içselliğimin karanlığına erişmeye çalışıyor diğeri yang, dışarıya yansıtmaya çalıştığım belki de olduğumu sandığım günışığı hallerimi tarifliyor. Yaşadığım hayal kırıklıklarından ne öğrendim bilmiyorum aynı şey yaşattıklarım için de geçerli? Ama sanki daha ağır olanı zanlarım ile  yarattığım döngüde hayal kırıklığı yaşayanların fazlalığı olabilir. Onların sayısını eksiltmek için çaba harcarsam çoğalır diye kabuğumu kalınlaştırıp içeriye kimseyi almamaya çalışıyorum yine de insan zaaflarımın kurbanı oluyorum ve devler ülkesinde yaşayan, minik perilerin kanatlarına binip uçsuz bucaksız dağlara kanat çırpıyorum. Haydi ama, sadece ben suçlu olamam tüm hikayede mutlaka kendi içinde izini kaybetmiş bir sürü insan gelip bilerek bana çarpmış olamaz mı? Çocukluğumda ailede hayal kırıklığı yaşatmayacak bilgeliği nasıl hatırlayabilirdim ki? Peki öğretmenin verdiği ödevleri tam yapamamanın acemiliğini? Hayır dediğinde aslında evet demek isteyenlerin hayal kırıklığını? Uzar gider liste… Uzamasa iyi olurdu ama bir şekilde insanız ve yaş elliyi de geçti ve deneyimlerin hepsi muhteşem değil ve hepsinin bileşkesinden de olağanüstü bir eser çıkmıyor ortaya.

İç Hesaplaşma

Fakat şu var ki, ben ortaya çıkan bu şeyi seviyorum. Ait olmadığını bildiği ve hissettiği bir dünyadan kendi isteği ile gitmeyi değil, kalıp daha güzel ve yaşanılır bir yer yapmaya çalıştığı için seviyorum. Bir ağacı kesmek yerine bir ağaç dikmeye çalıştığı için seviyorum. Çöpünü yerlere atmayıp cebinde çantasında taşıyıp ilk bulduğu çöpe attığı için seviyorum. Nasılsa kimse görmüyor o yüzden her şeyi yapabilirim değil, ben görüyorum ya dediği için seviyorum. Dışarda neyse içeride o olduğu için seviyorum. Yani onu, yani Murat’ı sevmem için yüzlerce sebebim var. Onu bu kadar sevmem, onun sancılarını yok saymayarak başladı. Onları görmeyi ve gördüğüm şeyleri ateşe akıp yakmayı ve onun dumanıyla dağların öteki ucuna mesaj göndermeyi de seviyorum. Özetle kendim yüzümden değil, kendim için yaşamanın güzelliklerini çoğaltmak istiyorum. Eşlik eden gönüllere sevgi ve minnetle…

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

4 Yorum

  1. Gülay Şimşek

    Kalemine sağlık Sevgili Murat.
    Her bir kelimesi yüreğimde hissediliyor.
    Farkındalık katıyor.
    Tüketen insanlar olarak dünyamıza ağaç dikmeye, çöp toplamaya ve daha az tüketmeye gayret ediyorum.
    Az çöp çıkartmaya sağ ol bu güzel yazı içn.
    Ne güzel demişsin;
    “Daha güzel bir dünya hayali kuran insanların, ağaç dikmediğini düşününce ve güzel bir dünya içinde kendisini konforlu bir alanda düşlerken, o konforu yaratmak için kirlenen ve yok olan dünyayı görmeyişleri de tezatlığın, tezek kokulu riyası gibi geliyor”
    Hep birlikte ağaçlandırmaya devam etmeye niyetim.
    Sevgiyle

    Yanıt

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir