Asırlardan beri insan, hayatına anlam katmak için hep bir şeylerin peşinden koşup dururken, her neye kavuşursa kavuşsun iç dünyasında anlam veremediği derin ruhani bir eksiklik hissetmiştir. Çoğu bu yoksunluğu tatmin için dünyevi yeni hedeflere sarılırken, azınlık bir kısım bu eksikliğin, içteki ilahi ışık olduğunun farkında olmuştur.
Bazı dindarlar bu ışığı keşfetmek için derin ibadete sığınırken, bazısı mağaraya kapanmış, bir diğeri yol gösterici bulabilmek için diyardan diyara eğitim peşinde koşmuş, bazıları ise keşiş olmuşlardı.
Bu ışığı keşfetmek yolculuğunda çok daha derin olanlar için mağaraya kapanmak, saçlarını kazıtmak, yemeden içmeden kesilmek, dünyevi zevklerden arınmak veya meditasyon yeterli olmadı. Bu yüce benlik keşfedilmesi çok zor neredeyse imkânsız gibi görünürken çok ender üstatlarımız bu ışığa ve bilgeliğe kavuşmayı başarmıştı.
Bu üstatlarımızdan biri olan şair Yunus Emre Türkçe’nin en yalın haliyle “Bir ben var benden içeri” diyerek o benliğin derinliğini anlatmaya çalışmıştır.
Böylesine karmaşık ve derin bir bilgiyi bu kadar yalın ifade etmesi ve bizlere de bu duyguyu hissettirmesi onun o ışıkla aydınlandığının ve aydınlattığının da bir emaresi olmuştur.
Yunus Emre’nin kast ettiği bu yüce benlik, zihin ve fizik ötesinde algılanamayan ama algılayan, görülemeyen ama gören, ölçülemeyen ama ölçebilen, değiştirilmeyen ama değiştirebilen, içimizdeki aynı zamanda dışımızdaki hiçbir formu olmayan tüm ihtiyaçların ötesinde olan bilincimizdir.
Adına ister saf bilinç, ister saf tanık, ister Ruh, ister ışık, ister gözlemci veya farklı bir isim dense de
O, boşluktan başka bir şey değildir. Sonsuz sevgi ve ışıktır.
Tüm varlıkların kalbindedir, her alınıp verilen nefes onun içinde görülür, ama onun nefese ihtiyacı yoktur, zamanın dışındadır, aynı zamanda zamana tanıktır.
“O’na kavuşmak” diye bir şey yoktur,
O zaten kalp atışımızdan daha yakın olsa da bu bilincin farkına varılmasını engelleyen şey düşünce, sonradan edinilmiş inançlar, zihin kayıtları, fani oluşları ve içinde sürekli konuşan kendini ben diye tanıtan kişiliğe yani egoya inanmalarının sonucudur.
Bebek ana rahmine düştüğünde ve dünyevi tüm deneyimleri yaşarken gözlemci onu asla terk etmez ama kişinin kendi seçimlerini yaşaması için özgür iradesine müdahale etmez. Kişinin saf bilinç, gözlemci olduğuna inanması çok güçtür.
Oysa insan öldüğünde Ruh ’un bedenden ayrıldığına ve onun ölümsüz olduğuna hemen hemen herkes inanır. Ruh bedendeyken O’nun fark edilmemesinin diğer sebebi, gözlerinin ötesinden bakmayı bilememelerinden kaynaklıdır.
Bir daha ki buluşmamızda içinizdeki ışığa kavuşmak için, sizinle bazı kadim bilgileri paylaşmayı umarak bu günkü yazımı sonlandırıyorum. Sevgiyle kalın
Yazı mükemmel olmuş , son paragrafa nasıl geldim ne düşüncelere dalıp gittim kendimi sorguladım hiç anlamadım o kadar içine aldı . Son paragrafta olan ‘gözlerinin ötesinde bakmak’ can alıcı kısımdı benim için. Elinize sağlık Fikriye Hanım. Öğretici ve anlamayı bilene kendini silkeleyip bir şeyleri farklı görmeyi sağlamayı amaçlayan bir yazı olmuş.
Oooooo harika bir yazı olmuş seni canı gönülden kutluyorum ve başarılarının devamını diliyorum ..
Süper ötesi ve bilgilendirici bir yazı olmuş tebrik ediyorum sizi
Bir soruya yanıt almak istiyorsan içine dön, orada yanıtlarını bulacaksın. Biz insanlar kendi varlığımızı ya da ışığımızı kaybettiğimizden beri, dışarıda arar dururuz ışık denen şeyi. Oysa o aramayla bulunacak bir şey değil. Elindeki anahtarı kaybettiğini düşünüp, tüm evi alt üst eden unutkan kimlikler gibiyiz. Elbette bir gün bunu fark edip dönüştüreceğiz. Teşekkürler Fikriye Doğan