“-Doğru ile yanlışın ötesinde bir yer var. Seninle orada buluşalım” demişti hani Hz. Mevlana…
Kimimiz buldu. Kimimiz bulamadı ötede ki o yeri. Kimimiz de hala aramakta heyecanla.. Bazen okuyarak, tefekkür ederek, bazen de sosyal ağlarda paylaşımlar yaparak…
Bizi birbirimizle buluşturan en güçlü bağ, bu ağlar değilse de, kabul edelim ki şimdilik hizmeti azımsanmayacak ölçüde… Ama burası da bizi birleştiremiyor henüz. Bu sanal dünyanın içinde bile, “kendimize benzer zannettiğimizi” alıyoruz sayfamıza.. Dünya görüşü bize yakın olanı ödüllendiriyoruz arkadaşlığımızla.. İstemiyoruz öyle herkesi hayatımıza. Ortak etmiyoruz, o bizim için “çok özel” paylaşımlarımıza. Birleşemiyoruz bir türlü farklı düşünen, farklı hissedenle… Korku sarmış dört bir yanı, güvenden önce… Birlik Bilinciyse, sadece beğeni tıklarıyla sınırlı bir efsane… Her ağ, her platform, her grup, her topluluk ve her aidiyet alanı; kendi içinde birbirine benzeyenlerin buluştuğu ve sürekli bu benzerliklerini kutlayıp kutsadıkları bir tapınak sanki…
Peki doğru ile yanlışın ötesi neresidir? Acaba nasıl bir yerdir? Ne doğruda, ne de yanlışta takılmadan, oralarda artık oyalanmadan, ötesine geçmek nasıl bir farkındalıktır ?
İçinde hakikatin sırrını barındıran bu derin sözler idrak edildiğinde; gündelik yaşantımıza nasıl yansır ve nasıl içselleştirilir?
Örneğin; bir başkası olduğunu düşündüğün karşındakini, gerçekten anlamayı denemek olabilir mi?
Anlamaya karar vermek, anlamaya niyet etmek… Fikrini savunma telaşına düşmeden. Sanki düelloymuşçasına bir sonraki adımı düşünmeden… O’nun hakkında hiçbir varsayımda bulunmadan, bir bebek saflığında sadece dinlemek. O’nun penceresinden bakmayı deneyerek… O’nun ayakkabılarını giyerek… Tüm önyargıları ve varsa yaşanmışlıkları bırakarak.
Tamamen “O” olmak mümkün olmasa da, kendinden olan minik parçanı, ansızın O’nda da görebilmek… Ondaki seni bulabilmek… Özünde senden ayrı olmadığını, O’na en kızdığın ve O’nunla en ters düştüğün anda hatırlayabilmek… Yanlış da bulmamak, doğru da… Kötü de dememek, iyi de… Doğru ile yanlışın olmadığı o “ötede ki yere” varana dek, mümkünse hükümmatiğini çalıştırmadan, öylece seyredebilmek. Tam o anda, nefsine ayar verip, olanı karşılamayı denemek…
Bedeli rıza, hissi tanımsız olan o yer için…
Bedeli benlik, ederi huzur olan o yer için…
Ötesi hiç, gerisi boş olan o yer için…
Aç artık ruhunun pusulasını ve bul, o barış kokulu “birlik ülkesini” içinde…
Hani seni ve beni geçip, kavramlar kavşağını da aştıktan sonra…
Tanımlar, ezberler, yargılar, kalıplar durağından hemen sola dönünce…
O “”sol yanına” iyice yaklaşınca…
Evet işte tam da orada…
Sesini duyuyor musun şimdi?
Haydi biraz daha yaklaş kalbine.
Hoşgeldin “sonsuzluğa akan aşk çeşmesine”,
Hoşgeldin “ötede ki yere”,
Hoşgeldin “özüne”…