Sen de, bazen boşluğun en huzurlu halinde olup tüy gibi hafif, kuş gibi özgür hissettiğin zamanlar yaşıyor musun?
Hep orada kalmayı istediğin hani…
Gerçek yuvanın orası olduğunu iliklerine kadar hissettiğin halde birden, kalabalıkların o en hareketli hallerine, can havliyle sarılırken yakalıyor musun sen de kendini?
Ve sonra sırf sürüden azıcık ayrı kaldın diye paniğe kapıldığın oluyor mu ansızın?
Daha önce hiç alışık olmadığın o bomboşluğun avareliğinden ürktün mü sen de?
Belki de bu nedenle epeydir sana keyif vermediği için bıraktığın oyuncaklarına yeniden sımsıkı sarılışlar yaşıyor musun nicedir ?
Aslında tek başınalığını seviyor, kendinle eğleniyor olmana rağmen sırf dışında kalmamak için belki, hayatın içine kör telaş dalışların oluyor mu senin de?
Sonra da, o hızlı kulaçlarından yorgun düştüğün?
Neyin dışında kalıyorsun aslında adam akıllı sordun mu kendine?
Ya da neyin tam olarak içinde?
Daha önce bildiğin, tanımladığın her şeyin ötesinde mi şu an hissettiklerin?
Aidiyet duygunu yitirdiğini düşünüyor musun ara sıra?
Yaşamındaki pek çok şeyin bağımlılığa dönüşmüş olduğunu fark ettikçe, bunlardan bir bir özgürleşme niyetine mi girdin usul usul sen de?
Ve sen kararlı oldukça, tam da bu cesur niyet için hayatının, adım adım yeniden düzenlendiğinin farkına mı varıyorsun şaşkınlıkla?
Sanki her şey senin kendini gerçekleştirmen için birer birer yoluna mı çıkıyor ?
Usul usul kutuplardan merkeze doğru çekildiğini fark ettiğin, çok şaşırmadığın, çok sevinmediğin, hiçbir mecrada takım tutamadığın, taraf olamadığın ve giderek duygusuz, tepkisiz bir insan olmaktan korktuğun için belki, düşerek bile olsa durmayı göze aldın mı sen de hiç?
Öylece hareketsiz durmak mı daha kolay geliyor kulağına, yoksa bir türlü hareketsiz duramadığın için kendini boşluğa öylece bırakıverip düşmek mi?
Acaba hangisi daha güvenli olurdu? Ve güvenli dediğin alan gerçekte neresiydi?
Bir an için, arızalandığını zannettiğin hızla giden bir trenin içinde olduğunu hayal et. Hızdan başın dönüp korktuğunda ve bu belirsiz gidişin sonunu da tahmin edemediğinde ne yaparsın? Muhtemelen kendini hemen trenden aşağıya atarsın… Yaralanmayı göze alarak… Başka türlü gidişi durdurmanın imkanı yoktur çünkü.
Bisiklete binmeyi öğrenirken yaşamıştım sanki ben bunu:
Küçücüktüm daha. Kaç yaşındaydım hatırlamıyorum. Ben bisikletin üzerinde dengede kalmaya çalışırken, selenin arkasından hafifçe tutuyordu ağabeyim beni. Onun arkamdan tuttuğunu bildiğim anlarda kendimi sonsuz güvende hissediyor ve keyifle sürüveriyordum bisikleti. Ne zamanki ağabeyimin seleden elini çektiğini görüyordum, dengemi kaybedip düşüyordum yere. Aslında dengemi bilinçli olarak kaybediyordum korkumdan. Ben hızlanınca ağabeyim artık arkamdan yetişip beni tutamıyor ve ben bunu fark eder etmez, kendimi bir şekilde yere atıyordum. Bacaklarımın yara bere içinde kalmasını göze alarak.. Yeter ki durayım. Yeter ki güvende olayım. Çünkü ilerisi belirsiz. Çünkü belirsiz olan güvenli değildir ve ben yalnız gidemem ve daha beteri, yalnız olmak da güvenli değildir.. Bu hal sanki saatlerce sürdü. Ya da bana öyle geldi. O gün bu korkuyla, kim bilir kaç kez düştüm, hatırlamıyorum.
“Sen aslında sürebiliyorsun ama farkında değilsin, korkma, bırak kendini, kaldır başını. Ne pedaldaki ayaklarına bak, ne de arkana. Sadece tam karşıya bak. O zaman dengen hiç bozulmaz.“
O gün kim bilir kaç kez işittim bu sözleri ağabeyimden.
Bu kılavuz ikazların kim bilir kaçıncısında, kendi kritik eşiğimi atladım da dengemi sağladım bilmiyorum?
Yüzmek de, aynı böyle değil midir? Bir kez öğrendikten sonra tıpkı bisiklete binmek gibi asla unutulmaz. Yıllarca yüzmesen de, bisiklete binmesen de, o an geldiğinde nasıl dengede kalacağını bilirsin. Seni suyun nasıl kaldıracağını düşünmezsin bile. Bırakırsın kendini ve su öylece kaldırıverir bedenini. Her şey o kritik eşiğe ulaşana kadardır. Aşılmış eşikten ve varılmış bilinçten bir daha geriye gidilmez çünkü. Lakin daha ötesi mümkündür. Yeter ki gönül dilesin.
Tıpkı niyetine girdiğin, yüreğinde hissettiğin “hak” yolundan dönülemeyeceği gibi…
Peki bu yolda esiri olduğun, tutunduğun, olmazsa olmazım dediğin ne varsa bırakabilecek misin?
Zira o yüklerden arınmazsan Tasavvuf ehlinin hani “mülhime girdabı” dediği o dipsiz kuyuya daha çok çekileceksin.
Öyle ya, yükün ne kadar hafif olursa seyir o kadar keyifli olur.
Bana sorarsan naçizane denemelisin.
Zira;
Kul niyetine girdiğinde dermanı geliverirmiş kapısına
Ustalar yanında biter,
Rehberler diziliverirmiş önüne
Bil ki yalnız değilsin bu seyirde…
Sadece “Razı ol” her haline
Mucizelerden ayakların yerden kesilirken O’ndandı da,
Şimdi azgın sularda boğuşurkenki halin kimden acaba?
Sen artık her zıtlığı “bir”le içinde
Hatta zihninde ayrı sandığın hayrı ve şerri de
Ve her gelene “eyvallah” de
Bak o zaman
Ne doğum kalır,
Ne de ölüm.
Ne incinme,
Ne de beklenti.
Ne afet,
Ne de ruhundaki kasvet.
Ne belirsizlik,
Ne de kesinlik.
Ne iyi,
Ne de kötü.
Ve nihayet;
Ne yokluk,
Ne de varlık.
Sadece boşluk…
Hani o her şey olduğun hiçlik
Korkma o boşluktan artık
Sarılınca boş gibi gelse de,
Bil ki o an;
Uzaydaki koca bir kara delik gibisin;
Her şeyi içine çeken, gücü ummana yeten.
Ve en yüksek zekada seninle orada “bir”
En sonsuz kaynak,
En koşulsuz sevgi
Ve kainatın en güvenli dağları
Senin için hazır.
Artık bırak pedaldaki ayaklarına bakmayı
Kaldır başını
Ve tam karşıya bak
Sadece yola çık
Yol açık…