Bize ait olup olmadığını bile bilmediğimiz bedenlerimiz ve hiçbir anlam ifade etmeyen ruhlarımız vardı. Silik silüetlerimiz ruhlarımızın, duygularımızın, mantığımızın, kendisini nesneleştirerek kilitlediği ve perdelerini de sıkıca kapadığı rutubetli bir bodrum kat odasından başka neydi ki?
Sistem, kendini devam ettirebilmek için kariyer, hırs, tüketim, cinsel kölelik, televizyon ve popüler kültür akımları ile katletti özümüzdeki beni. Korkutuluyoruz. Bulunduğumuz noktada kendimizi tüketmenin, nesneleşmenin bir “başarı “ yanılsaması olduğuna inanmak istiyoruz. Bize ait o anlam yüklü cümledeki özne olmayı artık beceremiyoruz. Nedir bu yaşamın içinde özne olmaktan vazgeçip kendimizi “nesne olmanın kutsamasına terk etme durumu” peki?
“Yaşama ve kendimize yabancılaşma” durumu, bizi insan yapan her değerin öznelikten çıkarılarak nesneleştirilmesi ile başladı. 19. yy’da Amerikalı Dr. Samuel A. Cartwright , “Siyahi Irkının Özellikleri ve Hastalıkları” isimli kitabında, insanları yabancılaştırmanın ve sisteme uyum sağlamasını siyahi köleler üzerinden tanımlar.
“İncil’in; kölelerin efendilerine boyun eğmesi gerektiğini ve asla kaçma arzusu duymamaları gerektiğini söylediğini ve anlamsızca bu kölelerden bazılarının Drapetomania’ya (Kaçma Hastalığı) yakalandığını; kölelere iyi davranılırsa, yeterli yiyecek, giyecek ve yakacak odun verilirse, her aileye kalabilecekleri bir ev sağlanırsa; ancak geceleri ortalıkta dolaşmalarına, içki içmelerine izin verilmez, birbirlerini ziyaret etmeleri sınırlanır, aşırı çalıştırılmazsa yönetilmeleri son derece kolay olur…” tıpkı dünyanın başka yerlerinde, yabancılaştırılarak köleleşen insanlar gibi kabul edilebilmek adına kendimizi yadsımak/ efendiyi yüceltmek bugün de en büyük erdem oldu!
Bu çağdaş kabile düzeninde, biat etmenin mutluluk olduğu öğretildi bizlere ve çıkar ilişkilerimizden dolayıdır ki, mutsuzluğumuzu hiç sorgulamadık. İyi bir kariyer yapabilmek ve emeğimizi en ucuza nasıl satabileceğimizi öğrenmek uğruna, yarış atları gibi eğitime/öğretime koşullandırıldık.
Kentin öteki ucundaki işimize gidebilmek için şafaktan önce yollara çıktık. Sevmeye çalışıp, nefret ettiğimiz işimize, hoşlanmadığımız şoförlerin araçlarında gitmeye ve ömür törpüsü trafiklerde yaşamlarımızı bozuk paralar gibi harcamaya alıştırıldık…
Dokuz saatlik, adına iş dediğimiz mahkumiyetten, perdeleri sıkı sıkıya örtülü odamıza döndüğümüzde ne yaptık peki? Duş, yemek, dedikodu, hayat pahalılığı, ülkeyi kurtarma…
Saati kurup, huzursuz uykularda kabuslarımızla seviştik; bir dişlinin işleyen çarkı olduğumuzu unutmak için hafta sonu hayallerinde yaşam dediğimiz süreyi kısalttık. “Yarım pansiyon tatil” düşlerini görmeye bir yıl öncesinden başlamayı yaşamak için tek amaç bildik.
Yalancı cennetimizi banka borçları ile oluşturduğumuzun farkında olmadan evlere, arabalara, tatillere, elektronik cihazlara sahip olmayı mutluluk sandık.
Oysa bize dayatılan, otoritenin dizayn ettiği ve kabullenmemiz istenen bir yabancı “Ben”di!
Sistemin karşısında güçsüz olduğumuzun hissettirilmesi, kurulu düzene uyum sağlamamızı kolaylaştırdı. Güçlü olana karşı en iyi savunma mekanizmamız, uyum sağlama adı altında kendi öznemizden vazgeçmek oldu.
Şimdi fitili ateşlenmiş patlamaya hazır dinamitler gibi kalabalıkların yalnızlığında dolaşmaktayız. Cehenneme sürgün olma gerçekliğinde, sistemin kolayca gözden çıkarabileceği oyuncaklar olarak, farklı olmaktan korktuğumuz gibi, farklı olmayı seçenin karşısında barbarlaşmamız istenmektedir. İnsan ilişkileriyse, yaratılan cehennemin kapılarının açılmayacağını bilmenin kabullenişinde, başka cehennemlerin kurtuluş olacağı alternatifi düş kırıklığımız olabilir ancak.
Kendimizi kilitlediğimiz, perdelerini sıkıca kapadığımız ve bayılmayı sevdiğimiz şu düzenli dünyada, nesnenin önüne özneyi koymanın, aklımızı özgürleştirip cümlemizi yazmanın zamanı gelmedi mi?
Yeni Çağ:Bayram SARI