Kişi bir şey ya da süreç değil, mutlak olanın dışavurumu olabilecek bir açılım ya da açıklıktır.
Ken Wiber
Psikoloji biliminde benim doğmamla neredeyse aynı dönemde ortaya çıkmaya başlamış olan ‘Psikospiritual kriz’ kavramıyla, maalesef çok geç tanıştım. Demek ki, bilimde yeni kayda geçen bir şeyin insanlara ulaşması ve geniş çapta işlevselliğe başlaması ortalama 40 seneyi buluyormuş- bizim bilim-teknoloji dönemimizde bile. Neden maalesef diyorum, çünkü neredeyse ergenlikle başlayan (aslında erken çocukluktaki beni epey sarstığı için hiç unutamayacağım garip rüyalardan başlamalıyız) ruhsal-şuursal, normal-dışı sandığım, dışarıya tüm güçlerimle hiçbir şekilde yansıtmamak için uğraştığım hallerle yaşadım. Yansıtıldığında delilik, hastalık vs gibi suçlamalara maruz kalacağımıza emin olduğumuz için, birçok insanlarda aynı durumların yaşandığına da inanıyorum. Bu durumlarda, her kes, ‘yaşadığını kendi bilir’. Hiç kolay değil. Sürekli bir pamuk ipliğine bağlı durmak gibi his – o ‘normal’ denilen çok ince bir sınırı kaçırmamak için çok güç sarf edilir. Bir de, bunun, ‘neşeli bunalım’ denilen, ya da gizli depresyon da diyebileceğimiz bir hali de var. Hele aşırı stres, korku, üzüntü yaşandığında, işler iyice çığırdan çıkar.
‘Psikospiritual kriz’ teriminin ortaya çıkması ‘ben-ötesi ben’ yani TRANSPERSONAL psikoloji dalının gelişmesiyle bağlantılıdır. 1950-lerde psikoterapistler yeni bir hasta tipi ile karşılaşmaya başladılar. Bu tip toplumda mutluluk getireceğine inanılan tüm olanaklara sahiptir. Bu kişi, toplum standartlarına göre ‘mutlu olduğunu’ bilir, ama yine de terapiye başvurur, çünkü yaşamın boş olduğunu düşünmekte ve kendini mutsuz his etmektedir. ‘Başarılı-doyumsuz’ olarak adlandıracağımız bu tiplerin ortaya çıkması hümanist-insancıl-psikoloji ve transpersonel-benötesi psikolojinin gelişimini tetiklemiştir. Sıradan düzeyde bir yaşam için gereken becerileri geliştirmede makul bir düzeye ulaştıktan sonra kişi mutlu ve sağlıklı olmak istiyorsa, varoluşsal ve manevi boyutlarda da kendini geliştirmek zorundaydı (Palmer, Helen, Ruhun Aynası, Enneagrama Yansıyan İnsan Manzaraları, Kaknüs Yayınları, 2006, s.10)
İnsanın manevi ve ben ötesi boyutlarına ilk açılımı yapan Jung’dır. Daha sonra Rogers, Maslow, Fromm, insanın aşkın boyutuna yönelik çalışmalar yapmışlar. Klasik davranışçı psikoloji, ortalama insanı inceleyerek ortaya çıkmıştı. Maslow, Freyd’in nörotik ve psikopatlar üzerine çalışarak kuramlar geliştirdiğine çok kızıyordu. Sadece Freud değil, Hamilton, Hobbes ve Schopenhauer da insan doğası hakkındaki sonuçlara, insanın en iyi yönlerini değil insanın en kötü yönlerini inceleyerek varmışlardı. İnsan davranışının mutluluk, vecd hali, neşe, huzur, doyum coşkudan kanatlanma, şefkat vs gibi boyutları bilim insanları tarafından hiç dikkate alınmıyordu. Yani bilimsel bakış, insanın eksikliklerine yoğunlaşıyordu, gücüne ve potansiyeline değil. Bu bakışın sakat psikoloji ve sakat felsefe yaratacağını söyleyen Maslow, kendini gerçekleştiren insanlar üzerine olan araştırmalara yönelmek lazım olduğunu vurgulamıştır. Bütünsel. Hümanist psikolojinin temeli olmalıydı: ‘Belirli bir ekole sadık olmak saçma bir şey, görevimiz, bu değişik doğruları, bütünsel doğru haline getirmektir’
“Bizim – normal – diye tanımladığımız, rasyonel güncel uyanıklık bilincimiz, olabilecek bilinç durumlarından sadece birisidir. Zar gibi ince bir sınırın arkasında tamamen değişik bilinç potansiyelleri yatar. Hayat boyu onların varlığını bilmeden yaşayabiliriz fakat uygun uyaran tatbik edildiğinde, bunlar bir çırpıda tamamen ortaya çıkarlar” diyordu.
Transpersonal psikoloji ortaya çıkana kadar, psikologlar, istatistiksel veriler ve hayvanlar üzerinde yapılan araştırmaları veri olarak alıyorlardı. Yani, ‘gelişmiş insan’ yerine ‘uyumlu insan’ üzerine çalışmalar yapıyorlardı. Hâlbuki kendi kaderini çabaları ve mücadeleyle yaratan ünlü insanların hayat hikâyeleri, bu insanların birçoğunun psikospiritual krizler tanımına yakın haller yaşadıklarını anlatıyor. Hele, dinsel inançlar ve düşünceler alanında ise tüm o büyük insanların neredeyse tümünde, yoğun içsel yaşantısı ve ruhsal arayışlarından dolayı, hangi kültür, dine ve döneme mensup olmasın, benzer anlatılar vardır.
Doğu öğretisinin modern Batılılar tarafından kullanılması için uyarlanmasına öncelik eden G.İ.Gurdjiyeff Enneagram kuramını geliştirmiştir. Bu, kendini tanıma sistemi ve kişilik üzerine bir sistemdir. Her canlının içinde kendisi olma dürtüsü vardır. Tırtılın kelebeğe dönüşeceği, kozalağın meşe ağacına dönüşeceği bilgisi, tırtılın ve kozalağın içindedir. Ama bu bilgi sadece potansiyel olarak vardır. Kozalağa güneş, su, hava ve toprak lazım olduğu gibi, tırtıl da yeni bir sürece girmek zorunda olduğu için kozanın güvenliğinden vaz geçmesi şarttır. Enneagram, yaşam boyu süren kendimizi keşfetme sürecinde bize, tipimize ilişkin tuzakları ve zaafları göstererek, kendi öz doğamıza çok daha derinden bakmak için destek sağlar.
Yüksek şuur hallerinin gerçekleştiği süreçte ani ruhsal açılımlar meydana gelmektedir. PSK’leri yaşamış insanlarda çok değişik duygularla karşılaşabiliriz. Olumlu yaşanan duygulara bakarsak, bunlar, huzur, huşu, coşku, vecd (esrime, ekstaz), tüm varoluşa karşı önceden yaşanmamış bir tür sevgi üstü sevgi / merhamet, tüm varlıklarla bir olma… gibi olabilirler. Olumsuz açıdan, keder, depresyon, düş kırıklığı, huzursuzluk, öfke, değişik oranlarda kaygı, suçluluk, yetersizlik duyguları olabilir. Şu noktada, ruhsal sıkıntılar ve onların bilimdeki tanımları konusunu araştırırken, yakın günlerde internette önüme çıkan bir araştırma makalesi dikkatimi çekti. Ankara Üniversite’sinden Doç. Dr. Öznur Özdoğan’a ait olan ‘Gazali ve ben ötesi yaklaşım’ adındaki bu makaleden bazı satırları ilginize sunuyorum. ‘Gazali kendini sorgulama evresindeki hallerini böyle ifade ediyor:
‘Vakta ki, bu vesveseler içime doğdu ve kalbimde yer etti, bu defa buna ilaç aramaya koyuldum. Fakat bu kolay olmadı. Çünkü bu hastalığın tedavisi delil ile mümkün olabilirdi. Bu delilin ikamesi de ancak ülüm-i evvelin dediğimiz bilgilerden meydana gelir. Bu da müsellem kabul edilmiş olmazsa delil yapmakta mümkün olmaz. Bu suretle hastalığın giderilmesine imkân bulunmadı. Bu hal böylece iki ay devam etti. Bu müddet içinde manan ve hal ile safsata yolunda bulundum ise de lafzan bunu açıklamıyordum’ (Gazali, El Munkizu Mined Delal).
Transpersonel-benötesi yaklaşım, Gazali’nin ve benzer durumlara ‘holotropik şuur hali’ olarak açıklamaktadır. Günlük şuur hallerimizde benliğimizin küçük parçasıyla özdeşleşiriz. Holotropik durumlarda ise, şuur egosunun dar alanını aşabilmektedir ve kimliğimizi tam kullanabilmekteyiz. Bu durumda şuur niteliksel olarak oldukça derin değişime uğramaktadır ama büyük ölçeklerde bozulmaz. Uzay ve zaman acısından genellikle oryantasyonumuz aynı tam olarak aynı kalabilir ve günlük gerçeklikle bağımızı tam olarak yitirmeyiz. Aynı zamanda, şuur alanımıza varoluşun başka boyutlarından gelen içerikler girebilir, bu oldukça yoğun hatta karşı konulamaz halde meydana gelebilir. ‘Bu yüzden aynı anda farklı iki gerçekliği yaşarız, ‘iki ayağımız da farklı bir dünyadadır ‘(Grof, Stanislav, Ege Meta yayınları,1984, s.17-18).
Psikospiritual krizin belirtileri psikolojik krizin belirtileriyle neredeyse aynıdır. ‘Doruk deneyimlerde, özellikle ilk defa deneyimlendiğinde, şaşkınlık, inanmazlık ve şok etkileri yaşanmaktadır’ diyor Dr. Maslow, o, tüm insanlık âleminde var olan bu aşkınlık yaşantılarını,” Dinler, Değerler ve Uç Yaşantılar” adlı kitabında etraflıca anlattı. Meselâ Şamanizm’in hala hüküm sürdüğü medeniyetlerde bir” şamanik kriz” müşahede edildiğinde, dıştan bu kriz psikoza benzese de zaman içersinde uzunlamasına izlendiğinde, bu kişilerin aslında rahatsızlıkları boyunca hiçbir zaman psikozun kaosuna düşmedikleri ve kendilerine has bilinçli veya bilinçdışı bir gizli mantık sistemi çerçevesinde, bir tür- gelişim krizinden- (evolutionary crisis) geçtikleri anlaşılıyordu. Sonrasında, etnopsiko-sosyolojik araştırmalar yapıldıkça, insanoğlunun tarih boyunca bu tip sınır ötesi yaşantıları, daha yüksek bir varoluş konumuna geçmek için tüm medeniyetlerde yaşamış olduğu meydana çıktı.
‘Bir saralıyla bir şaman arasındaki tek fark, bir saralının kendinden-geçmeyi kendi isteğiyle yapamayışıdır’, diyor M.Eleade. Samoa’da saralılar kâhin olur. Sumatra’da yaşayan Bataklar ve Endonezyalı başka yerliler, Ugandalı Lotukalılar’da hastalıklı ve zayıf tipler, sakatlar ve akıl hastaları normal olarak büyücülüğe adaydırlar (fakat bu görevlerinde resmiyet kazanabilmek için uzun bir ‘yetişme’ (sırra erme) süreci geçirmeleri gerekir). ‘Şili’de yaşayan Araucalar’da şaman adayları ‘hep kalpleri zayıf, mideleri bozuk, sık sık başları dönüp gözleri kararan marazi aşın duyarlı tiplerdir’. Gerçek sara ya da histeri nöbetlerine kapılıyor olsalar da olmasalar da, şamanlar, mistikler, şifacılar sıradan ruh hastaları sayılamazlar: ‘Onların psikopatolojik deneyimlerinin kuramsal bir içeriği vardır, zira kendi kendini iyileştirmişlerse, başkalarını da iyileştirebiliyorlarsa, bu, hastalığın mekanizmasını-daha iyi bir deyişle- kuramını- bilmeleri sayesindedir. (M. Eleade, Dinsel inançlar ve düşünceler).
Transpersonel-benötesi yaklaşıma göre, günümüzde psikotik olarak tanı konan ve ayrım gözetmeksizin baskılayıcı ilaç tedavileriyle tedavi edilen rahatsızlıkların birçoğunun aslında kökten bir kişilik dönüşümü ve spiritüel açılmanın sıkıntılı evreleri olduğunun farkına varılması önemlidir. Bunlar doğru biçimde anlaşılır ve desteklenirse, bu psikospiritual krizler, duygusal ve psikosomatik iyileşme, dikkate değer psikolojik değişimler ve şuur evrimi ile sonuçlanabilir (S.Groff, Geleceğin Psikolojisi).
Kendi hayatımda çok şahidi olduğum ve bizzat ben de bazı olağan dışı ruh halleri yaşadığım için, psikospiritual durumların ruh hastalıklarından belirgin farkları olduğunu bilirim. Fakat başında ya da ilk bakışta hiç öyle görünmüyor. Gerek şizofreniler, gerek duygulanım ve gerekse organik rahatsızlıklar çerçevesinde müşahede edilen psikoz ve davranış değişiklerinin, psikospritüel krizlerden ayırt edilmesi olağanüstü önemlidir. İnsanın gelişim sürecinin bir evresi olan PSK krizlerini, yanlış bir teşhisle, mesela şizofrenik ilk kriz diye tanımlamak, doğmak üzere olan bir bebeği doğum kanalında tutmaya benzer, diyor tecrübeli doktorlar. Biyografilerini okuduğumuz birçok büyük insanın benzer krizleri yaşadığını görüyoruz. M.Buber anılarında, ergenlik döneminde bir atla yaptığı konuşmaları ve bu diyalogun onun ileride yazacağı ”diyalog prensibi” için ilham kaynağı olduğunu yazar. Bilindiği gibi Jung’da, Jaspers’de kısa süreli bir psikoz döneminden geçmiştir. Bu durumlarda ruh hekiminin nöroleptik kullanarak bu yaşantıları bastırmak istemesi, mesleki bir hatadır, faydadan çok zarar verir. ‘Hasta’nın yakınları buna zorlarsa, bu neredeyse bir cinayettir. Gerekmeyen yerde nöroleptik kullanmak, sürecin kronikleşmesine (yani provoke edilmiş bir psikoza dönüşmesine), ikincil depresyonlara ve kişilik rahatsızlıklarının meydana çıkmasına neden olabilir.
Zaten yaşadığı normal ötesi yaşantılarla anksiyete (kaygı bozukluğu yaşayan kişiler panik seviyelerinin yükseldiği kriz durumlarında sanki çok kötü bir şey olacakmış duygusuna kapılarak içinde bulundukları durumu olduğundan daha kötü, tehlikeli görme eğilimindedirler) düzeyi çok yükseklerde seyreden insan, eğer yaşadıklarını anlayışla karşılayamayan, gerekli rahatlatıcı izahatları vermeyen bir aile, bir hekim veya terapist ile muhattab olursa, kaygı düzeyi daha da artar ve işte o zaman bir güzel gelişim olabileceği yerde, bir insan hayatı trajedik sonuçlar zincirine dönüşür. Başka yandan, PSK konusunu ele alırken, çok dikkatli olmak ve tam ters tutumun tuzağına düşmemek lazım: gerekse kendimiz, gerekse yakınlar ve doktorlar için, öncelikle ayırıcı tanıda çok zorlanacağımızı göze almak lâzım. Yapabileceğimiz hatalardan birisi de, ”ucuz bir antipsikiyatrik” tutum içinde, önümüze çıkan her psikotik vakayı, PSK diye değerlendirmemiz olur. Bu nedenle titiz araştırma ve tabi ki PSK’nin ne olduğu konusunda bilgi, deneyim ve eğitim gerekir.
Dr.Nodira İbrahim Güçsav