Anın içinde olduğum enfes zamanlarımdan birinde kullanmayı beklemek için gelecekteki güzel günleri beklediğim bir retro fincan eşlik edecekti kahveme…Konu dua bahsiydi. Tanrının bize lütfetmiyor olmasıydı mesele. Zırlayan bebekler gibiydik çoğu zaman. Üstüne düşünülmemiş tamahkarlığımız sarmıştı her bir yanı. Zaman hızlıydı ve ne vaktimiz ne de tahammülümüz vardı hiçbir şeye. Kimseyi gerçekten dinlemiyorduk. Herkes sadece sıranın kendine gelmesini bekliyordu. ‘Bir tane hayatım var benim’ diyorlardı. Nasıl da bu kadar emin konuşuyorlardı! Lütuf sırasının yakında kendine geleceğini umarak zamanı doldurmaktı onlarınkisi.

Önümüzde ne vardı şimdi en yakın: Yılbaşı. Bir ay onun hazırlığı muhabbeti sürsün. Sonra ne geliyordu? Doğum günüm. Biraz da bunu abarttıktan sonra önümüz yaz. Üç dört ay da oralarda dolandıktan sonra lütuf sırası ona gelene kadar döngüyü devam ettirip dururdu…Bu öyle bir döngü ki gerçek anlamda ne istediğinle yüzleşemediğin sürece devam edecek.
İçinden de çıkılacak da değil. Çünkü sert yüzleşmeleri sevmiyorsun ve bu gerçekleri sağlam birisi sana söyleyecek diye de ödün kopuyor! Emin olmak da istemiyor bir şeylerden. Emin olmanın belki de ona göre bir anlamı yok. O nasıl bir imaj çizdiğiyle ilgileniyor. İç dünyasıyla aradaki diyaloğu dostlar meditasyon yaparken görsün gibi bir yerden; iradesini kullanış tarzı manşet olmanın sorumluluğunu üstlenemeyecek tarzda. Devrenin yüzeysel tesirlerinin kokusu her yanı kaplamakta. Oturup dua ettiğinde bile söyleyip geçiyor. Çünkü altı dolu değil. Bilinç dışı icabet istemiyor. Bu şu demek aslında; burada büyük üstat Muhyiddin Arabî‘den alıntı yapmak gerekirse:
“O’na dua ettiğin zaman, O’ndan duanın
kabulünü iste: çünkü O, kendisinden
icabet istemeyenlerin duasına icabet
etmez. Eğer icabet istemeden sadece
dua ederse, bu dua etmemiş olmaktan
farksızdır.” diyor üstat.
Burada gerçekten ne istediğini bildiğini zanneden biri için söylemek gerekirse; lütfuna mazhar olmak istediği alanı ya da durumlarla ilgili olarak sadece dua edip geçiyor mu yoksa ikinci defa dönüp aynı yere Tanrı’dan bunun icabetini talep edebiliyor mu? Söyleyip geçmek ve icabet dilemek arasındaki fark. Bu kilit nokta bizim bir şeyi gerçekten isteyip istemediğimiz hakkında bir realite. Benim çocuğum olmuyor Tanrım bana çocuk ver diyor. Bunu söyleyip geçiyor. İcabet istemiyor. İsteyemiyor. Derinlerde bir yerde bu çocuğa sahip olduktan sonra yaşayacağı sıkıntılı sürecin bilgisi mevcut.
Bir şeyde ısrarcı olmak yerine. Lütfun sınavsız olanından istemek gerekiyor. Sancılı süreci olmadan, bedelsiz, yani sınavsız lütfundan istemek gerekiyor. Dört ayak üstüne düşermiş gibi. İnsan talep ediyormuş gibi görünüyor. Hayata dair umutları varmış gibi gözükmek de onu güçlü gösteriyor nasıl olsa. Güçlü gözüksün, istediği bir şeyler olsun. Bu bir siluet. Bu bir persona inşası.
İstiyor ama icabet talep edemiyor. Demek ki icabetini isteyebileceğimiz şeyleri istemek gerekiyor. Temelinde bizi rahatsız eden şeyleri kolayca isteyemediğimiz gerçeği gibi. İsteklerimizin dileklerimizin davetlerimizin su gibi akışkan olması gerekiyor. Su gibi kolay rahat esnek hissettirmesi… Dua bahsi ve lütuf. Sınavsız lütufu istemek gerekiyor.




Bu yazı, insanın unuttuğu bir şeyi hatırlatıyor: Lütuf dediğimiz şey aslında hayatın kendisi. Emine Hanım, doğayı anlatırken hepimizin kendine açamadığı bir kapıyı aralamış. Sessiz bir yüzleşme, derin bir teşekkür gibi. Kaleminize sağlık.