Bir kış gecesinin buz gibi karanlığında yolunu kaybetmişlere yardım etmek amacıyla yola çıkmış ve yolunu kaybetmiş bir insandı. Kim? Bat Man’e aşık olmuş muydu, hatırlamıyorum. Bir çiçeğin gözlerinden süzülürken damla damla, tutunmaya çalışıyordu kirpiklerine ve hiçbir şeyi mutlak bir ciddiyet içinde tamamlayamayacağını düşünüyordu. Yorgun musun, dedi sonra da. Herkes gülmeye başladı, o ağlamaya… Üst üste dizdiği cümleler anlamsız bir yığın haline gelmiş, bir yığın insan da durup ona bakmaya başlamıştı. Satırların arasına gizlediği kimliği ve şövalye kılıcı kaybolmak üzereydi. Onu kalıcı kılacak işler yapmak, sözler söylemek ve biraz da boş gezinmek istiyordu; ama kalfa bile olamadı. Keskin sirkenin küpüne zarar vereceğini bildiğinden, küpüne hep su doldurdu. Satırlarının keskinliğini ise bileyci yardımıyla sağlıyordu. Tek gözü şaşı bir biletçi kesmişti biletini yok yere giden trene. Boş yere hırpalama kendini, vurma yollara dedilerse de o dinlemedi. Uzun soluklu işlere girişip yarım bırakmak en büyük hobilerindendi.
Ne? O yine dinlemedi, dinlediyse de umurunda olmadı. Cümledeki hatayı düzeltti yalnızca ve trene bindi. Kendi dilinde bir şeyler yazmak istiyor; hiç kimsenin anlayamayacağından korkuyordu. Yorar tabi, dedi. Birileri gülecek gibi oldu; ama o kadar sert baktı ki, bakışlarının değdiği her şey kırıldı. Kimsede öyle büyük hacimlerde yapıştırıcı yoktu, üzüldü. Saatlerin ayarlandığı yere geldiğinde trenden indi. Gerçekten çok karanlıktı. Eh, olacak o kadar, diye düşündü. Kör saatçiye saatini ayarlattı, kör saatçi minnettar oldu. Sonradan anladığı kadarıyla hayat ona bir armağan vermiş, on bunu kabul etmemiş, bun gücenmiş, yorgan gitmiş, kavga bitmişti. Hayatın armağanı basit bir yorgan değildi tabi! Marjinal bir noktanın aynı anda orijinal bir nokta da olabilmesi olasılığını uzun uzadıya düşündükten sonra bunun, aman efendim kimler gelmiş dedirtmeyecek bir durum olabileceğine, olmazsa bunu kimsenin umursamayabileceğine karar verdi.
İmkânsız üçgenler düzleminde geçirmiş olduğu üç yılın ardından bakakalmanın yararsızlığı üzerine kafasını yormaya hazırlanırken Euripides konuya müdahale etti ve “belki de yararlıdır, peşin hükümlü olma, önce kitabımı oku!” dedi. Aah, dedi, birkaç tane “a”yı yan yana koyup, bir ara yakamozları izlemeye vakit ayırması gerektiğini, bunun çok ilginç olacağını düşündüğü sırada, yoruldum ama… Ne demek olduğunu anlamadığı, an düzleminde yorumlayamadığı olaylar gelmişti başına. Şapkasını çıkartıp düşünmeye başladığı sırada saçlarının ne kadar seyrelmiş olduğunu fark etti. Başıma gelen olaylar saçımı dökmüş, dedi. Zamanın akışına elini soktu, eli buruş buruş oldu, elini çekti, düzeldi. Atıverse kendini ve geri alamasa neler olabileceğini düşünüp ürperdi. Daha erken, verilecek çok savaş var, dedi. Kılıcını çekti satırların arasından ve saatine baktı; kimliğini bulamadı, üzüldü. Şimdi tutup bir polis çevirse, aldığı ivmeyle dönmeye başlasa, hava sürtünmesine karşı gelip sonsuza kadar dönse fena mı olurdu, iyi mi, bilemedi. Ben en iyisi kimliğimi bulayım, dedi. Herkes kendiyle o kadar meşguldü ki, ona yardım edecek kimse yoktu. Bağıra bağıra koşmaya başladı boş sokakta. Bir duvar vardı sokağın sonunda, çarptı geçti, duvarda izi kaldı çizgi filmlerden yadigâr. İçinde de bir derin sızı kaldı; ama bu da kimsenin umurunda olmadı. Trenler gidiyordu yine yok yere; ama tek gözü şaşı biletçi yoktu. Bilet gişesi kapanmış, hasılat fona aktarılmış, fon hasılatı az bulmuş, bilet ücretlerine zam yapmıştı. İndirim yapsaydı daha çok hasılar elde ederdi, dedi ve trene binmekten vazgeçti. Bir saat sonra tek gözü şaşı biletçinin ölüm haberi geldi, üzüldü, nedenini merak etti. Geçip giden saatlerden birini durdurup neler olduğunu sordu. Anlatmakla olmaz, dedi saat, atla götüreyim. Ata binmeyi bilmiyorum ben, dedi saate, yürüyerek gitsek? Saat, gülecek gibi oldu; kırılmak istemediği için kendini tuttu. Yürümeye başladılar geriye doğru, dünyada her şey allak bullak oldu.
İnsanlar deja-vu yaşadıklarını sandılarsa da bir akıllı çıkıp, tersten deja-vu olmaz, dedi. Bir deli gelip bu akıllıya bir taş attı, otuz dokuz tane daha akıllı gelip, birinciyi taşın altından çıkartmaya uğraştı; çabaları yetersiz kaldı. Birinci akıllı, solucan gibi kıvranarak can verdi; yeni bitkiler açtı, yeni kedi yavruları doğdu. Deliyle akıllılar arasında savaş çıktı. Deli sürekli taş atıyor, ara sıra da çamur sıçratıyordu. Akıllılar ise taşlardan kurtulup sıçrayan çamurları çıkartmaya çalışıyordu. Tatlı cadı gelip parmaklarını birbirine değdirdi, hadi siz yürümeye devam edin, dedi geri yürüyen saatle yanındakine. Sen her gün aynı saatte mi geçiyorsun, diye sordu yanındaki. Saat, ciddi bir tavır takındı, gülmemek için kasıldı; sonunda yayları attı, dağıldı. Elimi attığım her şey kuruyor, deyip ağlamaya başladı. Minnacık bir kedi yavrusu gelip gözyaşlarını yaladı. Sen yeni mi doğdun, dedi kedi yavrusuna, yavruyu kucağına alıp. Senin sayende oldu, dedi kedi yavrusu. Her şeyi düzeltmem mümkün diye düşündü bunun üzerine. Doğru sıralamaya ve doğru zamanlamaya ihtiyacı vardı. Georges Perec’e telefon etti, doğru sıralamayı istedi; ama sadece yap-boz parçaları elde etti. 50’ye 70 bir mukavva alıp parçaları birleştirmeye başladı. Eksik kalmış her hikâyeye bir son bulunabileceği varsayımı ışığında, gözünde güneş gözlüğü, elinde parçalar, dikiliyordu mukavvanın karşısında. Nereden başlaması gerektiği onun için tam bir muammaydı ve bu durum canını olabildiğince sıkıyordu…
Uzun zamandır yapmadığı şeyler yapıyordu yeniden. Daha önce ne zaman yormuştu ki, diye sordu oradan biri çıkıp. Ah, başlamayın ama, dedi. Başlatma sen de, dedi aynı biri. Bütün insanların nereye gittiğini düşündüğü sırada önceden yazılmış bazı kopyalar buldu. Şöyle bir inceledi sırada yazılanları. Her şeyin bir sırası var, diyecek oldu biri; dönüp ters ters baktı o birine. Peki o halde, sırayla mı yazılmış her şey, diye sordular. Saçmalamayın, dedi. O halde veya başka halde olması fark etmez, hiçbir şey sırayla yazılamaz. Biri çıkıp İngilizce dil bilgisi kitabı koydu sıranın ortasına. Dışarıda insanlar sıraya girmiş, sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu. Yorarsa yorsun, sıra bu, ayaklanıp bir yere gidemez ki, dedi. Kimse anlamıyordu onu yine. Ne olacak benim halim böyle, diye düşünüp üzüldü. Hem, sıradaki dersin ne olduğunu da çözememişti. Sıradaki dersten sana ne, önündeki dersle ilgilen sen, diyecek oldu biri; atlayıp gırtlağını sıkmaya başlamasını araya girenler engelledi. Eh, bırakın beni, gidiyorum, dedi ve paltosunu giyip çıktı.
Nerede hata yapıyorum acaba, diye düşünmeye başladığı sırada, artık sıralarla, kopyayla bir ilgisinin kalmamış olduğunu fark etti. Peki, dünya üstünde hata yaptığı tek bir nokta mı varı? Eğer öyleyse o noktanın koordinatları neydi ki? Bütün noktaları tek tek gezmeye kalkmasının hayatından çalacağı süreyi hesaplamaya kullandığı hesap makinesi yetmedi. Gözünü korkutan bir başka konu da, hata yaptığı zamanlarda ayaklarının yere basmıyor olma ihtimaliydi. Problemin 3 boyuta ulaştığını düşünürken, bir önceki düşüncesine döndü ve problemin içine zaman boyutunun da dahil olmakta olduğunu gördü. Eyvah, dedi en sakin ses tonuyla. Bir insan tüm zamanını hata yapmakla geçiriyorsa, ister ayakları yere basıyor olsun, isterse uçuyor, bulunduğu her noktada hata yapıyor demektir. Neyse ki zamanının çok küçük bir bölümünde hata yapmıştı; ama bu durum problemin çözümünü zorlaştırıyordu. İyi de, nerede hata yaptığını bulmak ne işime yarayacak, dedi. Hatalarının oluşturduğu kümenin istatistiksel dağılımını bulsa, hatalarının tekrarlanma sıklığını da bulabilir ve belki bir hata yapmadan önce kendisini uyaracak bir erken uyarı sistemi kurabilirdi kendisine.
Acaba sırada yazan kopyalar bu konuda işine yarayabilir miydi? Şimdi oraya dönse bir sürü insanla uğraşması gerekecekti. Keşke sıra bana gelse dedi ve acı acı gülmeye başladı. Pek de istemediğini fark etti bir anda, hatalarının istatistiksel dağılımını bulmayı. Oturup beklemeye başladı zamanın dönüm noktasında, Oğlak Dönencesi’ne 500 km mesafede, tam olarak belirlenemeyen bir yerde. Aynı hataları tekrar yapmasam yeterli olur bana, diye düşünmekteydi. Önünden tanıdık bir yüz geçti o sırada. Yo hayır, yine mi, dedi ve sıranın önüne gelmiş olduğunu fark etti. Tesadüfler komedyasının birinci perdesi yeni başlamıştı. Yüzün sahibine bir dönem âşık olduğunu hatırladı bu perdede. Akordunu kontrol etme ihtiyacı hissetti bir an, saniyenin yüzde biri kadar bir süre.
O dönem derslerinden hep geçer notlar almış, bölüm birinciliğine de aday olmuştu. Seçim sonuçlarını izlerken anlamıştı aday olmanın yetmeyeceğini. Her şey çok komik bir döngüde ilerliyordu. Çizgi roman okuma alışkanlığı edinseydim belki bir yardımı olurdu, diye düşündü. İki ileri bir geri gidiyormuş gibi hissetti kendini. Kara bir gölge gibi yürüyordu yolda, kulağında müzik. Mehter Marşı dinlemiyordu ama üzerindeki bu hissi de bir türlü atamıyordu. Çok ayıp dedi sonra. Ne güzel bir kız yahu, dedi, yanından o güne kadar gördüğü en güzel kız geçtiği anda. Tesadüf mü acaba, diye düşündü ama tesadüfün ne olduğu konusunda kafa yormak üzere olduğunu fark edip durdu. Arkasına bakmak istedi; ama belirsiz bırakılmış bir özneyle karşı karşıya olduğunu görünce elini uzatıp yüzüne dokundu. Kız gidiyordu; o duruyordu. Ne kadar duru bir güzelliği vardı, beni yoracağını hiç sanmıyorum, diye düşündü. Tam da o sırada yerden bir uyarı levhası fırladı. Bir adım geri atmamış olsa belki de gözüne girerdi. Göze girmek kötü bir şey mi ki, diye bir soru yöneltti öylesine. Oradan biri çıkıp gülecek gibi yaptı; ama kendisine hiddetle bakmakta olan gözleri görünce vazgeçti, hangi ara çağırdın hiddeti yanına, diye sordu sadece. Kahveni sütlü mü alırsın sade mi, sorusuyla karşılaştı cevaben. Gülmemek için zor tutuyordu kendini, arkasını dönüp gitti. Kutu kutu pense oynanıyor olsaydı sadece arkasını dönmesi yeterli olacaktı; ama neyse ki oynanmıyordu. Yahu kız gidiyor, dedi. E gidene kızılmaz ki, koş peşinden istiyorsan, dediler. Yeteri kadar koşmadım mı birilerinin peşinden, diye sordu. Yanlış anladın, dediler. Sanmıyorum, diye cevap verecek oldu; sustu…