Gerçeğin yakınına bile gelemeyenler, görmemekte ısrar edenler için bir bağlantı, bilinebilir bir gerçeklik vardır: Düşe bulanmış aşk ve yarattıkları kurgu!
Kendi başına kalan insana, hiçbir şey bilinebilir değildir. Kendini tek başına sanan insanlarda, zihin kendi aldatmacasını yaratır. Kendileriyle ilgili olmayan soruları, hiç sormamış olan ruhlar yalnızdırlar. Gerçeğin yakınına bile gelemeyenler, görmemekte ısrar edenler için bir bağlantı, bilinebilir bir gerçeklik vardır: Düşe bulanmış aşk ve yarattıkları kurgu!
“İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman/ Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini/ Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi/ Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi/ Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an” Aragon’un, “Mutlu Aşk Yoktur” dizelerinin psikolojideki karşılığı “Erotomani”dir. Kişinin, bir başka kişinin (obje) kendisini tutkuyla sevdiğine ilişkin san geliştirmesini çoğu zaman aşk zannederiz. Bu duygusal bir çöküş anlamına da gelen “Erotomani Sendromu”dur.
Psikoterapist İlkim Öz “Erotomani” ataklarının belirtilerini, “…hasta, kişinin ona özel bir hayranlığı olduğuna inanır. Karşı tarafın ona olan bu hayranlığını, gizli işaretlerle, bakışlarla, imalarla, telepati yöntemiyle veya medya yoluyla gösterdiğine inanır. Bu durum ilerledikçe hastalar, karşı tarafın onlara olan aşkının gerçekliğini ispat etmek için çeşitli yollara başvurabilir, paranoya belirtileri gösterebilirler. Örneğin, etraflarında bulunan herhangi bir objenin onlara “o kişi” tarafında gönderildiği, gizli bir aşk mesajı olduğuna inanırlar. Çeşitli kanıtlar elde etmek için, olağan durumları ve günlük hayattaki herhangi bir olay veya objeyi kendi aşk maceralarının aleti ederler ve çevrelerindeki kişileri de bunlara inandırmak için ellerinden geleni yaparlar. Çoğu zaman, aşık olduğuna inanılan kişi medyatik biriyse, kişinin yaptığı bir açıklamayı veya görüşü kendi üzerine alınırlar, ya da kişi bir şarkıcıysa, şarkılarını kendisine yazdığına inanırlar” diyerek sınıflandırır.
Anılarımızı kurgulayarak yeni bir gerçeklik yarattığımıza inanırız değil mi? “Söylenmiş olanı veya şu an söyleneni gerçekten geçmiş olan o zaman mı duymuştuk? Herhangi bir konuda söylediklerimizi anımsayabiliyor muyuz? Başkasına söylenen cümlelerin, kendimize söylendiğini mi sanıyoruz yoksa? Oldu dediğimiz hangi olay/eylem gerçekten oldu?” Hafızamızda tüm ayrıntıları ile canlı duran “An” bir anımsama, bir karşılaştırma, üstüne bir şeyler yazılıp durmadan silinen bir karalama defteri ya da binbir türlü başka anıların, başka yaşanmışlıkların başka bir potada aklımızın ateşinde eriyik hale getirilerek kurgulanması; geçip gitmiş olana, geçip gitmedi denilerek gerçeklik mi kazandırmaktadır?
Aşka duyduğumuz açlıktan dolayı, durduk yere kim olursa olsun birinin bizi sevdiğine inanırız. Tanıdığımız, tanımadığımız herhangi birinin aşkı getirdiğini bildiğimiz kesinlemesine. Belki de sadece güzel vakit geçirmek isteyen, duygusal hiçbir bağ kurmak istemeyen biridir karşımızdaki. Şiirlerin okunması, birkaç kadeh içkinin alınması ya da yakınlaşma anlıktır karşımızdakine. Yaşanılan gerçeği kabullenmemek için bazı kavramlardan bilerek, isteyerek uzaklaşıyoruz. Sonra ne mi oluyor? “Kendisi sevmiştir ve karşı taraf da onu sevmektedir. Hem de çok sevmektedir. Ondan başka bir şey düşünmüyordur.” Bir süre sonra masum görünen bu inanç, kendisi ve diğer kişi için sorun haline gelir. Ne yaparsa yapsın “karşı taraf” ona sevmediğini anlatamaz. Öfkelenir, “olamaz, aslında beni delice seviyor ama engel oluyorlar” demeye başlar.
İki insan arasında her zaman o kadar çok şey yaşanır ki, aşkın bir ucu bir kez ortaya çıkınca, her olumsuzluğun ortaya döküleceği hiç akla gelmez. Kendimizin her şeyi bildiğini ve insanların ne bildiklerinin ya da neler söylediklerinin bizlere vız geleceğini sanırız. Zaten bu durumda bilmek nedir ki? İnsan olağanüstü bir budalalık ya da aldırmazlık sergilememiş ya da tümüyle şansızlığa kurban gitmemişse, böyle şeyler hiçbir zaman kesin değildir. İtiraf etmekten kaçınırsınız, olur biter. Ama karşı tarafın ilişki karşısında takındığı tavır saplantıya, aşkı kendi içinde yaşadığı tek kişilik oyuna döndüştürdüğünde tehlike başlamıştır.
Erotomani Sendromu’na tutulan birinin duygu yapısını, düşünce sistemini örneklendirirsek: “Bir düş kurmanı istiyorum. İkimizin de kendini bulabileceği bir düş. Zamanı gelince, seni alıp uzaklara götürebileceğimin düşünü. Dünyanın ve zamanın öbür ucuna. Ta ki, sen geri dönebilecek kadar güçleninceye ve ülkene geri dönüp orada yaşayacağın uzun bir hayata başlaman için ne kadar zaman gerekiyorsa o kadar uzun süre boyunca kalacağımızın düşünü. Bütün bunları salt sen artık hiçbir şey hissedemez duruma gelesin; bu kaos ve insan kalabalıkları ve izlenimler ve ani değişimler ve yorgunlukla afallayıp kalasın diye yapacağım. Büyük bir yolculuklar sarmalında sürükleneceksin.
Tehlike istiyorsan, istediğini elde edeceksin; eğer yapmak istediğin insanların genelde yapmadıkları şeyleri yapmaksa, bunu yapmanın bir yolunu bulduracağım sana. Eğer istediğin, zevksizce kotarılmış şeyler değil de biz ölüp gittikten çok sonra bile insanları hala hayretten hayrete düşürüp var olmayı sürdüren gerçek sanatsa, bunu sana öğreteceğim. Zamanın diğer ucunda, senin gibiler için ne yapılabilirse, senin için yapılacaktır. Ve de tüm bunlar senin gözünde toz-toprak, ateş ve kül ve koskoca bir boşluktur yalnızca.
Bütün bunlar seni ilgilendirmeyecek; olanlardan hoşlanmayacaksın. Hatta çok mutsuz olacaksın bile diyebilirim. Senin için yoracağım zamanı. Senin gençliğin, o sonsuz merakın, hayata tırnaklarını geçirişinde var. Fazla zorlanmayacaksın. Sonunda da bir gün hala senin olana geri dönmeye hazır olacak ve bu yolculuktan örselenmeden çıkacaksın. Senin olansa tabi ki, “Ben” olacağım!”
Aslında demek istemektedir ki, sen hiç yaşamadın, sana yaşamın ve aşkın kapılarını ben açıyorum, aradığın bu!
Yazdıklarım distopik bir sonuca ulaşmış metne benzeyebilir. Değiştirilemez olan bir geçmişte, öylece donup kalacak bir metin. Dokunulamaz, tamamlanmamış, sanki mühürlenmiş bir cam sandıkta, suyun dibine batırılmışa benzeyen. Hiçbir zaman yeni bir konu olmadı bu. Her ikinci el anlatı daha önceden anlatılmayan bir ilke dokunuyordu sadece. Her parçayı tamamlayacak bir başka parça çıkacaktı ortaya; “şu cümle” anımsanan bir bakışın anahtarı olacak; “bu önemsiz yalan” daha önce söylenen başka bir önemsiz yalanı maskeleyecekti. Hangi anılar, o diğer kişinin anılarıydı? Hangi anılar bizim?
Telefonlar, izlemeler, mesajlar, duygusal tacizler birbirini izler ve tüm bunlar aşkın kanıtı olarak algılanır. Gün gelir kurgular, oyunlar yetmez olur ve şiddet gelir. Bazen sevdiğini söylediği kişiyi yok etmeye, işsiz, güçsüz, yalnız bırakmaya, bazen de madden yok etmeye, yaralamaya, hatta öldürmeye varır. Ama o hâlâ karşı tarafın kendine aşık olduğunu, çok sevdiğini söylemektedir.
Kendimizi bilelim, gelin biz seviyoruz diye sevdiğimiz kişinin de bizi sevmesi gerektiği sanrısından vazgeçelim. Çevremizdekiler “Ne kadar yüce ve sevilesi’ olduğumuzu söylese de, herkesin bizi sevemeyeceğini anlayabilelim.
Başkalarının deneyimleriyle kirlenmemiş hiçbir zaman parçası anımsamıyorum. Onun için bu “erotomani” metni, bizim de aşk karşısında kendimizi anlatabildiğimiz/anlayabileceğimiz gerçek bir kurgulamadır aynı zamanda.
Rahatsızlığı kabullendiğimizde de gerçek/ sağlıklı bir “aşk” çalacaktır kapımızı.
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI