Mutluluk, kendiliğindendir. Nedeni yoktur, öylesine hissedersin.
Birileri “Hayırdır, neden bu kadar mutlusun?” der. Şaşırırsın bu soruya. Bu öyle düşünülmüş, planlanmış, nedenlere dayandırılmış bir proje planı değildir. Nedenini bilmeden hatta nedenlere dayandırmadan hissettiğin, durup dururken gülümseyen gözlerle etrafa baktığın ve güzel sözler ettiğin için birilerinin farkettiği, senin ise normal hallerinden biri olmaktan öte bizzat en doğal halindir mutluluk.
Doğal halin mutluluk değilse, o adına mutluluk dediğin şey nedenlere ve öznelere dayandırılmış bir sebep-sonuç ilişkisidir, bir ticaret, bir arayış, bir esarettir. Mutlu olmak için eve, eşe, arabaya, sevgiliye, çoluk çocuğa, paraya pula, mevkiye, yeni bir elbiseye, güzel bir yemeğe, dostlarla sohbete, yalandan da olsa duymak için can attığın kelimelere ihtiyacın varsa sakın çok heveslenme. İstediğin sonuçları elde edememe tehlikesi, ticarette kazanmak kadar kaybetme riski, arayıp da bulamama durumu herzaman seçeneklerden biridir. Hele hele kölelikte olumlu bir sonuca ulaşma ihtimalin hiç mi hiç yoktur.
Mutluluğu nesneye bağlı olan elinden o nesne uçup gittiğinde “geç buldum, tez kaybettim” türküleri söyler, başını taşlara vurur, elinden gidenlere duyduğu özlemle – veya başarısızlık hissiyle – bir eski zaman kipinde yaşar durur. Nesneye dayalı herşey geçicidir ve gelip geçtiğinde “bir derin sızı” bırakır bağımlılarda. Sulugözün tekiyseniz vay bir zamanlar şöyleydi, vay böyle mutluydum serzenişlerini gözyaşlarınıza ekler, herkesin size acımasıyla en azından birilerinin dikkatini çekmeyi başarmanın geçici tatminini hissedebilirsiniz. Hırsı tavan yapmış, elinden koşanla kaçan kurtulan tiplerdenseniz, sağ elinizin işaret parmağını havada sallayarak “o, benim olacak”, “o kedi buraya gelecek” naraları atar, olsa olsa hırsınızdan içinizi kurutursunuz da “o kedi” asla gelmez. Siz kendini aslan farzeden bir fare olduğunuzu farkedemezsiniz de, kükrer durursunuz kendi kendinize. Giden gitmiş, biten bitmiş, olan olmuştur.
Yaşam böyle bir şeydir zaten; sürekli birşeyler değişir ve senin mutlu ve huzurlu kalabilmenin tek yolu bu değişime senkronize olabilmen, onunla birlikte esip onunla yağabilmen, onunla kavrulup yanabilmendir. Değişim her an sürdüğü için senin de her an herşeye hazır ve nazır olmanı ister yaşam. Tahmin edilemezi yapabilmeli, Musa’nın Hızır ile yolculuğundaki gibi yola sabırla ve yargısızca çıkmayı becerebilmelisin. Zihinle yapılan yolculukların sorgulamayı, yargılamayı ve ayrılığı getirdiğini bilerek her an değişen koşullara adapte olabilen, görünmeyenin ardındaki sırrı anlayabilen, sabrı ve metaneti bilen, yılmayan ancak her varoluşu kabul eden ve teslim olan mutludur.
Zihin devreye girdiyse, hemen sınıflandırmaya başlar yaşamı “geçmiş” ile “gelecek” diye ve korkular, yargılar ve araya setler çeken sıfatlar koyar isimlerin yanına. Oysa zaman “şimdi”den ibarettir. Geçmiş kapısı açıkken geleceğine bir pencere açıp geleceği tasarlama peşine düşersen “şimdi” cereyanda kalır ve uçaaarrrrrr gider. Şu an mutlu olmalısın, mutluluk senin genel ruh halin olmalı.
Nesneye bağladın mı mutluluğu satın alınacak veya peşinde koşulacak bir tutku olarak görürsün. Sanki ulaşılması gereken bir zirvedir o. Oysa o zirve senin asıl yerindir zaten, sen düşersen çıkmaya çalışırsın elbet de çıkmak için ayaklarının altına birşeyler mi koyuyorsun yoksa kendi kanatlarınla mı konuyorsun oraya? Ayaklarının altını yatlar, katlar, kürkler, mücevherler, çoluk çocuk, eş sevgili gibi her daim emrine amade hizmetliler ile dolduruyorsan tüketicisin dostum, kusura bakma. Dışarıyı görüyor hep gözlerin ve dışarıdan birilerinin veya birşeylerin senin içine mutluluk taşımasını bekliyorsun.
Mutluluk kartvizitindeki ünvanından veya nüfus cüzdanındaki medeni halinden öte bir ruh hali. Zanlardan öteye geçtiğin noktada mutluluk. En saf halinde ve hemen orada, avucun kadar hacmi olan kalbinin içinde, cismen küçücük manen en kocaman yerde. O, yanıtlarda değil soru sormayı bıraktığın noktada.
“Dışarıya bakan uyur, içine bakan uyanır” demiş Carl Jung, birçok sufi de kapıyı içten çalmaktan söz etmiş. Uyurken gördüğün rüyalardan çıkıp, uyanıkken düşlemeye başla o halde ve düşleyeceğin tek şey ne kadar mutlu olduğun olsun. Seni mutlu edeceğini düşündüğün şeyleri değil, birşeylere sahip olmanın vereceği tüketici davranışını değil… Sadece ve sadece mutluluğun kendisini, doğrudan o aşkın ruh halini, ne olursa olsun imanını kaybetmeyen bir yüreğin olduğunu düşle. Koşulları değiştirebilenin sen olduğunu bilerek, içini en saf haline döndürerek ışığını dışarıya yansıttığında mutlu olduğunu bil.
O zaman olanı olduğu şekliyle kabul edip kendi varsayımlarınla değiştirmeye çalışmayacaksın kimseyi. Herkesi olduğu gibi kabul etmen de her şeyin senden ötürü o halde olduğunu bilmenden geçiyor çünkü. Birşeyler değişmeli diyorsan değişmesi gereken sensin, kendinden başla daima. Mutluluğu arama, mutlu ol; aşkı arama aşk ol. Aramayı bırak ve içine dön ve orada mevcut modeli geçersiz kılacak yeni bir yapı kur kendine. Kendi gerçekliğini mutluluk üzerine kur ki mutluluğu satın alma veya ona sahip olmaya dayalı kapitalist algının içine düşme. O zaman mutluluk herkes ile, arz talep dengesi nedeniyle değil herkesin doğal hakkı olduğu için paylaşılan o “dosdoğru yol” olur.
Belki bazen kalbinin açılıp içindeki sevgi dolu özün dışarıya çıkabilmesi için defalarca kırılıp dökülmesi gerekebilir. Olan her şeyin içindeki sevgiyi açığa çıkaracak vesileler olduğunu bil. Yaşam bazen almakla bazen vermekle test ederken seni, senden hiçbir şeyin ve hiç kimsenin alamayacağı ve sana taa ezelden verilmiş olanı bul, onu bil.
Bak bakalım şimdi, mutlu musun?