Yıllar önce Mardin’e yaptığım bir seyahat sırasında hiç bir plana sahip olmadan sokaklarında dolanıyor, Mardin’in masalsı dokusunda hayranlığımı, şaşkınlığımı yaşıyordum. Yolcu kendini yola açtığında yol da kendini yolcuya açar. Nereye gideceğimi, nerede kalacağımı bilmezken davet edildiğim üç yaşlıdan birinin evini seçmeye çalışırken buldum kendimi. Şeyhdavut Amca en renkli olanıydı, sohbeti de bir o kadar zengin diye düşündüm ve seçtim. Yanılmamışım.
O gece eşi bir düğüne gitmek üzereydi, ancak misafir olduğum için eşini düğüne göndermek istemeyen sevgili dostum, Şeyhdavut Amca’yı eşi gidebilsin diye ikna etmek gerekti. Misafir mukaddesti onun için. Sonrasında baş başa kaldığımızda Kasımiye Medresesi yakınlarında bir evden uçsuz bucaksız Mardin düzlüğüne bakıyorduk. Sundurmaya uzanmış, kendimi Şeydavut Amca’nın insan hikmeti üzerine anlattığı hikayeye bırakmıştım; İnsanın ilk hali Ahmed’in hikayesi. Aklımda kaldığı kadarıyla paylaşmak istedim.
Yaradan insanı yapmaya karar verir ve meleklerine Dünya’dan insanın toprağını getirmesini söyler. Meleklerin hiçbiri bu göreve talip olmaz. Yani isyanın kokusu havaya yayılmaya başlamıştır. Toprağımızı getirmek görevi için belki de bizi ne kadar çok sevdiğini bu eylemiyle göstermiş olan Azrail‘e düşer. Bu yüzden ruhlarımıza rehberlik yapma, ölüm anında yanımızda bulunma görevi de, yine aynı meleğe düşmüş olabilir. İnsan bedenini Dünya toprağından melekler yapar, başımızı ise Yaradan kendi elleriyle. Sonrasında bu hamuru suya batırır ve çıkardığında yüz yirmi dört bin damla damlar. Bu damlalardan peygamberleri yapar. Bu ilk insan prototipini ateşte pişirir ve kendi ruhundan nefesini üfleyerek, önünde hazır eder dört elementi yüklenmiş bir şekilde. Sırada zamanın hikayesini yazmak vardır. Bir levha yapar genişçe; Levh-i Mahfuz ya da bir diğer adıyla Akaşa Kayıtları. Bu levhaya yazacak bir kalem yapar ve kaleme “Yaz” der. Kalem insanın öyküsünü yazmaya başlayınca gülmekten çatlar. Bu sebeple insan elbet kaynağına dönecektir ve bu yolculuğu sona erdiğinde kendini biraz aldatılmış bulsa da, halinden şikayet etmeyecek derler.
Peki sonra hikaye nasıl gelişiyor? O kısmını da, Şeyhdavut Amca’nın masalsı girişine uygun eklemeye çalışayım. Yaradan Ahmed’i çoğaltır, yaşamış ve yaşayacak tüm insanları önünde hazır eder. Bir nevi mahşer yerinde toplanmışız gibi ve sorar: Ben sizin rabbiniz değil miyim? Bizler de, “Veli“, yani “dost” diye onaylarız. Bu ilk işittiğimiz söz aramızda da bir sözleşme sayılır. Ancak bu sorunun bize soruluş şekli, o işittiğimiz ses öyle bir göksel, ilahi sestir ki, yaşamımız boyunca güzelliğe dair tüm arayışlarımız, tüm güzel sanatlar; müzik, resim, şiir vs. hep o işittiğimiz büyülü sesi arar diye duymuştum. Dolayısıyla dinlemek, işitmek, o içsel sese kulak kabartmak, ilhama açık olmak, “Sema” yani Allah’ın es-Semi (O her şeyi işitendir) ismi ya da İbranice’deki Şema ya da Şam’an sözcüğü hep içimizdeki ilahi buluşmaya işaret eder. Yine fakir anahtar deliğinden görmeye, duymaya çalışan halimle bir film makarasında Yaradan’ın önündeki mevcudiyetimi hayal etmeye çalışıyorum. Bir ışık karşısında çark-ı felek makarası döndükçe toprağımızın geldiği Dünya’da, ortak hayal perdesinde bir öykü arıyoruz gibi geliyor. O yüzden düşündüğümüzün çok ötesinde evrensel bir gezintide olduğumuzu, içindekinin de içinde bir şeyler olduğunu farzedersek yargılamak başkasının oyununa karışmaktan daha önemli bir görevimiz olduğunu söyleyebiliriz. Hatırlamalıyız ki, bir gün kaynağa döndüğümüzde kalem halimize gülüp çatlamış olacak. İşte Ahmed’in serüveni. Biraz karmaşık ve komik.
Hz. Mevlana’nın da dediği gibi: Dinle! İçsel dostu dinle! Ya Veli…