Site icon Yuvaya Yolculuk Dergisi

Sevgiler yozlaştı mı?

Sahilde denizin dalgaları kıyıya vuruyor, güneş de yavaş yavaş gökyüzünde tepelerin ardından batmaya hazırlanıyordu. Ben de iş yerimden çıkmış, bir banka oturmuş huşu içinde bu güzelliği izliyordum.

Çok şanslı olduğumu düşündüm o anda çünkü denizi olan bir şehirde yaşıyordum ve her gün bu güneşin batışını seyredebilmenin zenginliğindeydim.

Dalmışım gitmişim, birden aklıma geçen aylarda geçirdiğim Corona hastalığında yaşamış olduğum korku dolu anlar geldi.

Zihin bu ya olur olmaz yerlerde ya geçmişe gider ya da geleceğe ve insan anda olanı kaçırır.

Ben de böyle bir güzel anı yaşarken, geçmişin sıkıntılı anlarına giriverdim işte.

Nefesimin ne kadar kıymetli olduğunu onu kaybetmeden önce biliyorken, kaybettikten sonra değerini, önemini daha çok hissettim.

Bilmek ile hissetmek ve onu yaşayıp deneyimlemek çok başkaymış.

İnsan, sağlıklı iken sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor ve ona hayat veren değerlerini unutuyor. Kendine verilen hayat hediyesinin güzelliklerini fark etmeden ezbere yaşıyor hayatı. Yaşam denen bu hediyeyi, yaşamadan yaşadığını varsayarak telaşla koşuyor bir yerlere. Nereye gittiğini bilmeden ve amaçsızca savruluyor çoğu zaman.

Bu farkındalığı olmayan ve tabii ki uykuda olan insan kızı ya da oğlu için geçerli.

Halkın içine karıştığım zamanlar oturuyorum sessizce bir köşeye ve izliyorum gelip geçenleri ve oturduğum kafe ya da çay bahçelerinde konuşulan sohbetlere kulak misafiri oluyorum.

Yaşadığı her anı hissederek yaşayan insan sayısı çok az. Sohbet konuları hep kızgınlık ve dedikodu, sevgiliden ayrılma ve ona yapılan hakaretler. Neden acaba bunları duyuyorum deyip önce kendi içime hemen dönüyorum. Hissiz miyim? Kızgınlıklarım var mı geçmişime ve insanlara? Kendime kızgın mıyım, dargın mıyım?

Gördüğüm, duyduğum her şeyden bir nebze sorumlu tutuyorum kendimi. Neden mi?

Geçmişte çok fazla öfke ve kızgınlıklar içinde yaşamış olduğum için, ben de bu hayatı tüketerek, sorumluluğumu almayarak yaşamış olduğum için etrafıma düşünce ve duygu kirliliği vermiştim. İnsan kendinin sorumluluğunu almadığı zaman ilişkileri ve sevgisi de içtenliğini yitirip gidiyor.

Gittikçe dünya değişim dönüşüm geçiriyor. İnsan, teknoloji olarak her şeye, bilgiye kolayca ulaşılabiliyor ama gittikçe kendine de uzaklaşıyor.

Kendine uzaklaştıkça, derinliği kaybettikçe ilişkiler ve sevgiler de yozlaşıyor.

Yozlaşmak nedir derseniz?

1.Doğasında, soyunda bulunan iyi niteliklerini sonradan yitirmek, soysuzlaşmak.

2.Huyu suyu değişmek, ruhsal özelliklerinden uzaklaşmaktır diyor sözlükte.

Ruhumuz diğer boyuttan varoluşsal olarak saf sevgiyle, aşk ile geliyor dünyaya.

Daha sonra kendimizden kopuyoruz. Nedir bu kopuşlar? Çocukluk ve gençlik de yaşanan bazı sorunların yaralarının derin olması.

İnsan duyguları o dönemlerde takılı kalıyor. Ruhu örseleniyor ve unutuyor özünü.

Kişi ikinci benlik denilen yeni bir kişiliğe bürünüyor. Anne babasından neler öğrendiyse, toplumsal, kültürel mirasları da alıyor ve heybesine neler koyarsa hep onlarla var olduğunu sanarak gelişiyor , içtenliğini, özünü kendinde hissetmeyerek tüketerek, maddesel dünyada var olduğunu sanarak büyüyor.

Bedenini de madde olarak görüyor. Ruhundan kopuk oluyor beden. Ve ayrışma, yozlaşma o zaman başlıyor insanın kendinde.

İçeride ne varsa dışarıya yansıyan da o dur derler ya. Ben kendimden özümden, ruhumdan kopuk olunca, ilişkilerim de içtenliğini, gerçekliğini yitiriyor. Farkında mıyız bunun? Hayır.

Gerçek benliğimizden uzaklaşıp, ikinci benliğimizin esiri olduğumuz için, kendi gerçekliğimizi reddettiğimizden oluyor bu kopuş ve yozlaşmalar.

Giderek sevgisizlik benliğini istila ediyor. Hayatı da bu sevgisizlik üzerine inşaa etmeye başlıyor insan.

Aslında sevgi insanın sevme ve sevilme ihtiyacı ırk, dil, din ayırımı gözetmeme niteliğine sahip olması nedeniyle evrensel duygu iken bireyselleşiyor.

Gerçek sevgiler evrensel değerler olan şefkat, ilgi, saygı, emek yanında sorumluluk bilinciyle gerçekleşerek aslında yaşam bulur.

Böylece tarafları birbirinden ayıran ‘’ben’’ duvarları yıkılarak yerine birleştirici bir güç olan ‘’biz’’ anlayışı öne çıkar.

Bunun sonucunda sevginin tarafları birbirlerinin kişisel gelişimine ve duygusal beklentilerine yönelik çaba gösterirler.

Bu yöndeki çabaların yarattığı bütünleşme hissi bir yandan da insanları gerçek anlamda özgürleştirir. İnsan bu özgürlüğü ancak farkında olduğu zaman ruhunda hissedebilince yakalayabilir.

Doğuştan sahip olunan sevme ve sevilme duygularının doyum ihtiyacı oldukça güçlü dürtüsel enerjiler yaratır.

Bu dürtüler sonucu gerçekleşen duygular düşünceleri etkileyerek davranışları yönlendirir. Ancak çoğu zaman bu duyguların arzu edilen şekilde doyuma ulaşması çeşitli nedenlerle gerçekleşemez.

Bu nedenlerden biri sevginin yaşanmasının toplum ve kültürel sebeplerden dolayı sınırlandırılmasıdır. Hal böyle olunca duyguların doyum arayışlarının kısıtlanması ile ortaya nevrotik çatışmalar çıkıyor.

Uygar olmanın bedelini nevrozla ödüyoruz diyor Freud tam da bunu anlatıyor bence.

Başka bir etken ise aileleri tarafından, aşırı sevgi gösterilerek şımartılan ya da cezalandırıcı yetiştirilen çocuğun temel güvenin zayıflaması durumudur.

Çocukluğunda aşırı sevgiyle şımartılan bir yetişkin her sevgi yaklaşımını yetersiz bularak sürekli sevilmeyi bekleyecektir.

Katı disiplinle ve cezalandırılarak eğitilen çocuklar ise sevmeyi bilmeyen ama sevilme açlığı yaşayan yetişkinler haline gelecektir.

Hal böyle olunca her iki durumda da genellikle sevme yeteneğinden yoksun, hırslı, öfkeli, kendini yetersiz gören, inatçı bir kişilik yapısı ortaya çıkacaktır.

Sevme yeteneği zayıf olan nevrotik insanlar genellikle ulaşılmaz ve erişilmez gibi görünürler. Bu görüntünün ardında aslında sevmeyen ama sevilip korunmayı bekleyen çaresiz bir çocuk saklıdır.

Bu nevrotik bireyler eğitim ve mesleki açıdan iyi bir yerde olmasına rağmen, duygusal yönden genelde çocuk kalırlar.

Çocukken anneye veya babaya yönelik beklentilerini ve korkularını, kaygılarını yetişkinliğinde bilinçdışı süreçlerle karşı cinse aktarır.

Ancak, karşı cinsin de kendisinden beklentisi olabileceğini çoğunlukla fark edemez ve onun ‘’koşulsuz’’ sevgisini ister.

Sevilmeyi bekleyen bu çocuk kalmış duyguları doyurulmak ister ve beklenti illeti ile daha çok bağlanır karşı cinse. Bağımlı olur ve artık onsuz yaşayamaz hale gelir. Sevgilisi baba ya da anne rolüne bilinçdışında bürünmüştür. Ebeveyn çocuk ilişkisidir bu yaşanan. Kişi yaşarken bunu fark etmez, alışkanlıklar zincirine tutunur kalır.

Seviyorum zanneder adı üstünde bu bir yanılgıdır. Yetişkin bir bireyin ilişkisinde sevgi beklentisiz olurken, bilinçdışında kendi anne babasının yerine koyduğu kişiyi kıskançlık krizleri ile boğar, inatçılıklar artar bireyler ruhen birbirinden uzaklaşırlar ama hala birbirlerine alışkanlıklar zinciri ile bağlıdırlar.

Gerçek sevgi maskelenmiştir. Koşullu ve yalnız kalma korkusundan mütevellit kişiler birbirlerinden de ayrılamazlar.

Mutsuz, yozlaşmış ilişkiler böylece devam eder gider. Ta ki bir gün uyanır, cesaret ederse ayrılmayı seçer ya da kendi ruhsal tekamül yolculuğuna başlayınca değişim dönüşüm olur. Bu evde bulunan insanları da etkiler ve nadiren de olsa birlikte büyüyebilen çiftler de olur.

Söz yine nereden nereye geldi yani diyeceğim o dur ki hayat kısa, her anın kıymetini bilerek, şükrederek yaşamak gerek.

Aldığımız her nefes değerli ve bunu her an hissederek alalım. Kendimizi sevelim ve barışık olalım her halimizle. Kendimizi sevmek kolay değil biliyorum. Olabildiğince yüzleşip olumlu olumsuz her halimizle kabul edebilirsek kendimize dürüstlük başlar. Bu dürüstlük de bizden yayılır ve etrafa ne isek o yayılır.

İçimizdeki savaş bitince dışarıdaki savaşları engeller inşallah. Savaş her ne olursa olsun adı üstünde iyi değil. Barış içinde olmak hepimize nasip olsun.

Tüm insanlık sevgiyi, merhameti, şefkati öğrendiği ve davranışlarına aktarabildiği zaman inanıyorum ki dünya da yaşanılası bir yer olur.

İlişkilerimiz de içtenlik ve huzur içinde olur.

Yozlaşmalardan kurtuluruz.

Exit mobile version