Yargılayarak öğretilen sessizlik

Bir insanın diline yerleşen kelimeler, bir zamanlar ona öğretilmiş olan hikayelerden doğar. Kimi zaman övgüyle, kimi zaman imayla… ama en çok da yargıyla şekillenir insan çocuğunun yolculuğu. Çocukluk dediğimiz o hassas çağ, yalnızca oyuncaklarla değil, ölçülerle, kıyaslarla ve sessiz cezalarla doludur. Ve biz, “doğru” olmaya çalışırken, “olmadığımız” her hâlimizle suçlu ilan edildik. İşte bu yüzden, “yargılamamalıyız” diyen ses bile, çoğu zaman bir yargının yankısıdır.

Yargılayarak öğretilen sessizlik

Günümüzün en çok vurgu yapılan tiratlarından biridir “Yargılama!”. Ama biz yargılanarak büyüdük. Küçük bir çocukken, tabağındaki yemeği bitirmediğin için annenin dudakları büküldü, yemeğini hızlıca yitirip bitiren çocukların isimleri döküldü kaşığına, tabağına, zihnine. O ilk mimik, ilk ceza oldu hafızana kazınan. Sonra baban sessizce seni kardeşinle kıyasladı: “Bak, o hiç ağlamıyor.” Biraz daha büyüdün, daha çok ders çalışan, annesine babasına itiraz etmeyen, verilen her şeyi eksiksiz yapan başarılı çocuk örnekleriyle yargılandın, hizaya sokulmaya çalışıldın. İşte bir mahkeme daha kuruldu iç dünyanda. Suçlusu sensin… her zaman fazla ya da eksik olan sensin. Anne ve baba çocuğun yani senin iyiliğini mi istiyordu gerçekten? Yoksa, yoksa kendi güvenli alanlarında kalmanı ve huzurlarını bozmayacak tamamen teslim olmuş robotik bir birey mi? Sorsanız iyiliğini istedik derler ama her söz her eylem her beklenti her yargı bir kimliksizleştirme operasyonuydu ve sen kayboluyordun…

Büyüdükçe insanlar seni ölçtü, tarttı, karşılaştırdı. Notlarınla değerlendirildin, kıyafetlerinle etiketlendin. Ne dediğin değil, nasıl göründüğün konuşuldu. Ve böyle böyle… Yargılana yargılana, yargılamayı öğrendin.

Bir gün kendini, başkalarının hayatını yargılarken buldun. Farkına varmadan. Çünkü başka türlüsünü kimse öğretmemişti. İyilik, ancak “örnek biriyle” karşılaştırıldığında kıymetliydi. Başarısızlık, ancak “o başarılı çocukla” kıyaslandığında anlamlıydı. Kendin olman, hiçbir zaman yeterli olmadı. Hatta onlara sorsan, kötülük kesinlikle olmalıydı. Neden? Çünkü iyilik başka türlü nasıl anlaşılırdı! İşte bu saçma döngüde yargısız kalabilmeni beklediler senden. Komik mi? Kara mizah mı? Bilemiyorum.

Sen de öğrendin: İnsanları sıralamayı, Hayatları puanlamayı, Sevgiyi koşullara bağlamayı… Yargı, insanın iç sesini bastıran bir alışkanlığa dönüştü. Ve bu alışkanlık, artık toplumsal refleks oldu. Birini tanımadan hakkında fikir yürütüyoruz. Duyduğumuz şeylerle hüküm veriyoruz. Adalet terazisi değil elimizdeki; Olsa olsa, geçmişin tortusuyla eğilmiş bir cetvel. Doğrusunu bildiğimiz sanmamız kadar aymazca bir şey olabilir mi? Yine kendimize dönüyoruz işte. Öğrendiklerimiz mi biziz? Dayatılanlarla büründüğümüz kimlikler mi biziz? Yargısız bakınca kendinize ne görüyorsunuz?

Halbuki kimse kimsenin hikâyesini tam olarak bilemez. Yargılamamak; bilmediğinin farkında olmaktır. Yaralı bir insanı “neden yürümüyorsun?” diye azarlamak gibi değil midir bu? Ya ayağı yoksa? İnsan yargılamayı bırakabilir mi? Zor. Ama imkânsız değil. Yargılamamak, sessiz kalmak demek değildir. Anlamak, durmak, düşünmek demektir. Ve belki en çok da şunu söylemek: “Ben olsaydım, kim bilir ne yapardım?”

Belki de yargılamamak, bir insanı anlamaya çalışmaktan değil… Onun yargılanmadan yaşamasını istemekten geçer. Çünkü bazen susmak değil, bağışlamak büyüklüktür. Ve insanın gerçek olgunluğu, fikir beyan etmekte değil; Fikre rağmen yargıdan uzak kalabilmekte gizlidir. Eğer bir gün, bir çocuğun gözlerinde utanç değil güven görmek istiyorsak, İlk adımı biz atmalıyız: Bir başkasının ayakkabısıyla değil, yüreğiyle yürümeyi öğrenerek. Sahi siz yürekle yürümeyi biliyor musunuz? Bilmiyorsanız öğrenmek ister misiniz? Yargılamadığınızı iddia edebiliyor musunuz? Var mısınız işgal edilmiş kişiliğinizi bu saçma döngüden özgürleştirmeye? Varsanız şu soruyu soracaksınız gibi hissediyorum. Nasıl? Cevabı basit… “Kim olduğunu HATIRLA”…

 

Murat Tali

Yazar

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir