Ve işte o gün geldiğinde, hakikat tokadı yüzümüzde patlar:
“Başkasının ağacında büyüyen meyve, hiçbir zaman kendi tadını taşımaz.”
Dışarıdan bakıldığında muhteşem görünen, içerideyse çürüyüp giden hayatlarımız var. Ve biz, hiçbir şey yokmuş gibi görünmeye çalışıyoruz. Yorulmak mı dedin? Farkında değil misin? Her gün bu aptal oyunun içinde varlığımız eriyor. İçimiz, bir ağacın yapraklarını apansızca dökmesi gibi eksiliyor.

İnsanlar “mış gibi” hayatlar ve ilişkiler yaşıyor. Kendisini hasta eden bağlara, sırf dışarıdan güzel görünüyor diye tutunmaya çalışıyor. Bir kiraz gibi: dışı albenili, kırmızı ve parlak; ama içi kurtçuklarla dolu. Hayatın tadını ararken, aslında suyu çekilmiş bir portakal gibi kupkuru ve lezzetsiz bir deneyim yaşıyoruz. Bazen de olgun görünüp lezzet vaat eden bir karpuza denk geliyoruz. Kabuğunu çatlatan olgunluğun içinde, geriye sadece kabak tadı kalıyor.
Oysa bu yanılsamalarla oyalanırken, ilişkilerimiz de bedenimiz gibi yavaş yavaş tükeniyor. Dışarıdan görkemiyle övünsek de içimizdeki öz kuruyor, tadımızı kaybediyoruz. Ve bu çürüme, sadece meyvenin değil, ağacın da geleceğini tehdit ediyor. Çünkü özünü kaybeden her bağ, bir gün dalını da gövdesini de çürütür.
Bir gün geriye kuru bir dal bile kalmayacak belki. Ama o dal, kışı atlatıp yeniden yeşereceğine inanıyor. Umut, en inatçı kök gibi direniyor. Yine de biliyoruz ki; ilkbaharda dökülüyorsa yapraklar, bu doğanın değil, insanın hoyrat düzeninin işidir. Ve işte o vakit, bir orman işçisi gelip ağacı kesecek. Sonra bir başka mutsuz ailenin salonunda, orta sehpa olarak yerini alacak.
Ama işin acısı şu ki, çoğu zaman bu sona şaşırmıyoruz. Çünkü o çürümeyi çoktan hissetmiş oluyoruz; dalın içinin boşaldığını, gövdenin direncini kaybettiğini biliyoruz. Sadece görmezden geliyoruz. Kendimizi kandırıyor, hâlâ kökler sağlamış gibi davranıyoruz. Oysa hakikat çoktan kabuğu çatlatmış, meyveyi kurutmuş oluyor.
Hayatlarımız, görkemli kabukların ardında gizlenen çürüklerle dolu. Bizler de o kabuğu parlatmaya çalışırken, içteki çürüyüşü görmezden geliyoruz.
Ve belki de asıl mesele şudur: Filizlenmek, başka bir ağaca kendimizi aşılamakla mümkün değil. Çünkü o zaman kendi tadımızı yitiriyor, kendi varoluşumuzu inkâr ediyoruz. Gerçek diriliş, ölüp yeniden tohumdan çıkmakla; kökleriyle, gövdesiyle, meyvesiyle yeniden “kendi” olmakla mümkün.
Çünkü bizler, çoğu zaman kendimizi kurtarmak için başkasının dallarına tutunuyoruz: kimi zaman bir sevgiliye, kimi zaman bir role, kimi zaman da toplumsal beklentilerin kalın gövdesine. Ama her aşılama, özü sakatlıyor; kendi tadımızı kaybediyor, başkasının meyvesine benzemeye çalışıyoruz. Oysa hayatın hakikati, ödünç gövdelerde yaşamak değil; kendi kökünün acısıyla, kendi gövdenin sancısıyla, kendi meyvenin çürümesiyle yüzleşmek.
İlişkiler de böyle değil mi? Başkasının gövdesine tutunarak değil, kendi toprağında kök salarak yaşanabilir. Aksi halde hep “başkasının ağacı” olur, kendi meyvemizi asla veremeyiz. Ve işte o gün geldiğinde, hakikat tokadı yüzümüzde patlar: “Başkasının ağacında büyüyen meyve, hiçbir zaman kendi tadını taşımaz.”


