“Dünya’mızın bir yılı tamamlaması için Güneş’imizin etrafında bir daire çizmesi gerekir. Bu tur 365 gün sürer, bunu zaten biliyoruz…
Bir gün çok sevdiğim biri Güneş’ten bahsetti. Güneş’imiz de, bir yılı tamamlamak için Samanyolu’nun etrafında bir daire çizer. Ve bu yolculuk yaklaşık 255 milyon yıl sürer, dedi… İnanılmaz, değil mi?
Eğer hayatlarımızı Dünya’ya göre değil de, Güneş’e göre hesaplarsak bir insan ömrü ortalama 8 saniye sürüyor…”
Kendisinin de başrolde oynadığı Esra İnal’ın gerçek hayat hikayesinden uyarlanan 8 Saniye, Ömer Faruk Sorak imzasıyla vizyona çıktı ve aktardığı temayla çok ilgi gördü.
8 saniyelik bir yaşama doğmuştuk Güneş’ten baktığımızda, oysa kendi dünyamızda koskoca bir ömür vardı önümüzde. Hem bir zerre idik, hem de yaşamın merkezi. Hem her şeye gücümüz yetebilirdi hem de pek acizdik koca evrende. Muhteşem bir hikaye yaratmak da, hayatımızı dramla doldurmak da bizim elimizdeydi.
Çoğumuz korkularla besledik, hem kendi yaşamımızı hem de başkalarınınkini. Yap dediklerini yapıp, yapma dediklerini yapmazsak daha güvende olacaktık. Veyahut da ille birine emanet edeceklerdi ki bizi, içleri rahat etsin diğerlerinin.
Yaşamı bir kurallar silsilesi olarak gördük. Ulaşılması gereken hedefler vardı yaşamda ve bunlar değişmez hedeflerdi; evlenecek çoluğa çocuğa karışacak, doktor veya avukat olacaktık ki saygı görelim. Bu yaşamı başardığımız (!) tescillenecekti böylece. Güvenli bir yaşam sürmek gerekirdi. Seni geleceği olan(!) bir eşe ve yine geleceği olan bir işe emanet etmeliydi büyükler. Alışıldık geleneksel kurallar çerçevesinde yaşanması gereken hayat buydu, başka türlüsü olmamalıydı.
– En saygılı evlat olmalısın!
– En çalışkan öğrenci olmalısın!
– En hanım kız olmalısın!
– En başarılı olmalısın işinde!
– En uyumlu olmalısın eşinle!
Aynı şeyi biz de, yaptık. “Yapma” dedik, “sus” dedik. Güvende olabilmek adına kendi gibi olmak isteyen yanımızı susturduk, susturamadığımız yanlarımızdan suçluluk duyduk, susmayan veçhelerimizi asi ve anarşist gördük.
Susmazsak ne olurdu?
– Suç işlersin!
– Cezalandırılırsın!
– İstenmez ve sevilmezsin!
– SEVİLMEZSİN!
– SEVİLMEZSİN!
Başka türlüsünü bilmiyordu çoğumuz. Doğrudan bize söylenmese de hep bunları duymuştuk. Sesimizi çıkarınca asi, çıkartmayınca ise mutsuz oluyorduk. Asiliği göze aldığımızda sesimizi kısmak isteyen de pek çoktu. Biz sesimizi alçalttıkça huzursuzluğumuz sesini yükseltiyordu.
Korkuyorduk çoğumuz! Kara şemsiyelerin altına saklanarak rahmetten kaçıyorduk!
Oysa farklı olmaktı asıl güzel olan. Göğe kanat açmak isteyen rengarenk bir kuş vardı içimizde. Güzel bir hayaldik Yaradan’ın güzellik uykusunda… Bizi korkutmalarına izin vermemeli, o rengarenk anka kuşunun peşine takılıp gitmeli; gerektiğinde küllerimizden yeniden doğmayı bilmeliydik.
İnsan kendisi gibi olamadığı bir yerde “var” olabilir miydi?
Belki de iç sesimizi duymak için dışarıya seslenen yanımızı bir süreliğine susturmakta fayda vardı. En fazla acı çekenler, en iyi şifacılar oluyordu nihayetinde. Şifacı yanımız panzehiri bulabilmek için zehri en iyi bilen olmak durumundaydı. Çamura batmak gerekiyordu belki de pür-ü pak olmak için…
“Hayatını beğenmiyorsan değiştir. Diğer tüm karakterleri değiştirmeye çalışma. Ana karakteri değiştir ve bir büyü gibi bütün hikaye değişsin. Kendi cennetini böyle yaratabilirsin” diyordu içimizdeki bilge. Hayatımızın hikayesini korkusuzca yazmak, kendimizi korunaklı hissettiğimiz şemsiyelerin altından çıkıp yepyeni rüyalara uyanmak gerekiyordu. Cesur olmak gerekiyordu bunun için; cesaret korkusuz olmak demek değil, korkuya rağmen harekete geçmekti.
8 saniyelik bir yaşama doğmuştuk… Bu, ölümlü hissettiriyordu bizi. Pek de bağlanmamak gerekiyordu zaten Dünya’nın korkularına, lüzumsuz dedikodulara, saçma alınganlıklara, varsayımlarda bulunmaya.. Hiç gerek yoktu bağırıp çağırmaya, nefret dolu sözlere, kalp kırmaya…Sözdü en büyük büyü. Güzel sözler çıkmalıydı ki ağzımızdan, aşkla büyülenmeliydik nefret yerine.
Asıl bize pek söylenmeyen her insanın kaderinin kendi çabasına bağlı olduğuydu. Yapabildiğinin daima en iyisini yapmalıydı insan…
Sen, her şeye kadirdin. Bunu bilmeni istemeyenlere inat, kendine inanmayı ve kendine güvenmeyi bilmeliydin.
Sen yalnızca sana emanet olabilirdin; gerisi hikayeydi.