Son zamanlarda, hayatıma yeni bir anlam yüklemeye ve onu somut bir amaca doğru taşımaya başladığım anlar içindeyim. Bu, bir anda parlayıp sönen bir heves değil; derin bir farkındalığın sonucu. Anlam arayışını, “an”ların içine sıkıştırıp, o kısacık zaman dilimlerinden kendime bir pay çıkarmam an meselesi. Ancak hayat, ne her şeyi bir sonraki adım için kurban etmek ne de bir önceki adımda takılıp kalan utanç duygusu veya can acısı yüzünden yaşanıyor. Benim düşünceme göre, tüm bunlar geçici. Yapılması gereken sadece ve sadece bir sonraki adımın getireceği güzelliği ve o güzelliğin üzerimizdeki dönüştürücü etkisini görebilmek.

Bugüne dek sürekli ötelediğim, ertelediğim, yok saydığım, hatta olmasını kanıksadığım pek çok şeyin, aslında kendi ellerimle yarattığım bir yanılsama olduğunu fark ettim. Bu farkındalık, eski bir kurşun kalemle satırlara karaladığım, sonra da o kalemin arkasındaki silgiyle yarım yamalak sildiğim o çocuksu duygularla yüzleşmek gibiydi. Silgi izi kalan kararmış sayfa, geçmişteki kaçışlarımı temsil ediyor. Bu yüzleşme ile uyandım: Benden bana olan bir ayrılığın, artık kaçınılmaz olarak benden bana olacak büyük bir kavuşmaya gebe olması gerekiyor. Bu kavuşma, özle yüzleşmek ve bütünleşmektir.
Hayatın anlamına dair yaptığım zihinsel sorgulama, bana tek bir hakikatin olmadığını gösteriyor. Bu anlam, bilinç seviyesinde mutluluk arayışıyla kendini gösterirken; bilinçaltı seviyede katıksız bir hayatta kalma içgüdüsü olarak cereyan ediyor. Freud’un tanımladığı id seviyesinde ise, türün çoğalması ve üremesi gibi ilkel, biyolojik bir zorunluluk haline bürünüyor. Yani, sıkıştırılmış bir zaman diliminde, insan zihninin her bir katmanı, birbirinden farklı beklentiler ve bunların garip türevleriyle bize yanıt veriyor. Bu, adeta çok sesli bir koro ama her ses farklı bir şarkı söylüyor.
İnsani ve toplumsal beklentiler üzerinden “Hayatın anlamı nedir?” diye düşündüğümüzde, bu anlamın coğrafyaya göre bile değişkenlik gösterdiğini görüyoruz. Sadece coğrafya da değil, içinde bulunduğun anlık hal ve koşullara göre de bambaşka sonuçlar ortaya çıkabiliyor. Çocuk sahibi olamayan ve evi olan bir çift için bu anlam bir evlat sahibi olmak olabilirken; kirada oturan ve çocuklarının geleceği için endişelenen bir ebeveyn için güvenli bir yuva, yani bir ev olabiliyor. Bu da gösteriyor ki, anlam, mutlak değil, ihtiyaca ve yokluğa göre tanımlanan dinamik bir kavramdır.
Sanırım hepimiz, korkuyla mutluluğun bileşkesinden damıtılmış bir anlam arayışı içindeki bu yolculuğa, içsel ve kişisel bir tanım getirmek istiyoruz. Nihai hedefimiz, kendimizi ve zihnimizin farklı biliş hallerini tam anlamıyla fark etmek, kabul etmek ve bu bütünlük içinde kendi hakikatimizi yaratmaktır. Anlam, dışarıda değil, daima içeride, kabul edişin ve fark edişin kesişim noktasında bizi bekliyor.
Belki de anlam arayışı dediğimiz şey; korku ile mutluluğun, umut ile belirsizliğin, kaygı ile cesaretin karışımından doğan o ince bileşke. Kendi yolculuğumuzun içinde bir iç tanım yapmak, kendi bilincimizi ve biliş hâllerimizi fark etmek, tüm bu çabanın gerçek motivasyonu olabilir. Çünkü insan, çoğu zaman anlamı dışarıda arıyor ama aslında aradığı şey çok daha içeride, çok daha sessiz bir yerde duruyor: Kendisiyle barışabileceği anın tam ortasında.


