Rakıyı soda ile içen o güzel abiler gittiğinden beri, “Huysuz ve tatlı kadınlar”ın da keyfi kaçtı. Rakıyı susuz içiyorum şimdi, çivi çiviyi söker diyerek! Pencereden kusacağım ama bodrum kat mahkumuyum. Kustuklarım üzerime bulaşıyor koyu bir arabesk şarkı gibi ve Pink Floyd’a ihanet ediyorum alacakaranlık saatlerinde. Yaşam kırılgan! George Orwell huzursuz! “The Dark Side Of The Moon” ise bitmekte olan filmimin fon şarkısı!
Orwell sarmalı zihnimin bulanıklığından doğdu. Kurduğum cümlelerin bile, ne anlam ifade ettiğini düşünemeyecek kadar sarhoş olmam bir yana, yazmaya çalışırken kalemin elime akan kırmızı mürekkebini kan zannettim uzun bir süre ve kan kaybından ölümümün çabuk gerçekleşmesi için ilham perilerine yalvardım. Şöyle yazıyordum elime bulaşan mürekkep ile “Salyalarını akıtarak ısırmakta yüreğimden ihanetin ve unutulmuşun çakalları. Damarıma zerk ettikleri ahlaklarının, tabularının ve mahalle baskılarının dozu aşırı yüksek; yargısız infazlarına intihar süsü verecekler belli. Yorgun ve korkak sevişmelerin sabahında, yalnızlığın namlusuna sürülmüş umutsuzlukları beynime boşaltmaya cesaret edemediğimden dolayı fena utanmaktayım.” Parmak izlerimi taşıyan her bir harf şaşkın bir öfkeyle yüzüme bakıyordu. Can sıkıntısı, can çıkınca geçer miydi?
Yasaklanan “Radyo İstasyonları”nın yayınladığı aşk şarkılarının, basit nakaratları gibi akılda kalmasını istemiştik aşkın. Aşeren gebe kadınların açlığıydı aşk! Öpüşlerimizde buluyorduk tek gerçeğimizi ve gizlerimizi keşfeden dillerimiz, etimizin her noktasına can veriyordu. Saçlarını göğsümde, kasıklarımda hissetmek ve uçlarından damlayan yağmur sularını içmek salt bu gerçeği yaşamaktı. Salyalarımızın istilasıydı gerçeklik; parmaklarımız, dudaklarımız, nefesimiz ve senin uzun kirpiklerinde bitmez seviydi. Sonra yağmur olup yağdı tüm dostlar. Sen kollarımın arasındayken, ben çıplak etinin karanlıklarında gizlenirdim ya, şimdi seviye tanıklık ediyordu illegal ağaçların dalları ve yaprakları. İlk sabahımızda uyandığımız gibi sonsuza kadar sevişecekti ellerimiz, değişmeyecek olan gerçeklik buydu.
George Orwell “1984” romanında,
“Bir zamanlar, erkekler bir kadının bedenine bakar ve çekici bulurlardı, işte o kadar. Artık saf aşk ya da tutku söz konusu değildi. Hiçbir duygu saf olamıyordu, çünkü her şeye korku ve nefret sinmişti. Kucaklaşmaları bir savaş, orgazmlarıysa bir zafer olmuştu. Bu, partiye indirilmiş bir darbeydi. Sevişmek, siyasal bir eylemdi…”
diye yazarken, Wilhelm Reich’e atıfla, Faşizme karşı tek geçerli mücadelenin, sevişmek olduğunu söylerken haklı mıydı?
Orwell’in, sevişmeyi siyasal bir eylem olarak tanımlaması distopik romanındaki “Partiye” nasıl bir darbe indirebilir ki? Wilhelm Reich (1897-1957) “Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı” adlı kitabında, Irkçı Öğretinin-Buyurgan Devletin- Otoritenin- Otoriter Ailenin, orgazm güçsüzlüğü çeken insanın kişiliğinde dışa vuran biyolojik bir hastalığa neden olduğunu yazar. Biyolojik güdüleri, baskı altında tutulan sıradan bireyin akıldışı kişilik yapısı otoriterin var olma gücüdür. Bu gücün yaratacağı olgu ise mutsuzluk değil midir? Mutsuzluğa gömüleli ne kadar çok oldu halbuki!
Orwell’in kibriyle distopyamı kuruyorum her gece. Hem sarhoşum, hem de bir daha içersem İstanbul düzsün beni diye böğürmekteyim tuvaletin sararmış taşlarına. Ama ayıkken distopyanın kalbine girmem ne mümkün!
Neden sarmalın baş döndüren sisi içinde beklemekte tüm güzel kadınlar? Gelseler ve içsek ya!
Tuhaf olan şu ki, Wilhelm Reich’i ne zaman ansam, o kır bahçesi geliyor gözümün önüne. İlk kadehlerden sonra karşılıklı gözlerimizin içine cesaretle baktığımız o an. Kaçınca rakı kadehinden sonra kadınlara nasıl söylediğime şaşırdığım sözler de var tabi bu sarmalın içinde. “Sevişmeyen insanların, atamadıkları enerjinin büyük bir gerilime yol açtığını biliyor musun? Sonucunda faşist özellikler göstermeye başlıyor tüm abazanlar…Sevişelim mi? Faşizme karşıyız değil mi? Hadi o zaman, neyi bekliyoruz?” Küstahça değildi. Son derece samimiydim sevgili okur!
Baba Ve Piç romanında, “Sevişmeden onun doğru insan olup olmadığının asla anlaşılamayacağına inanıyordu. İnsanların normalde hiç sezdirmedikleri, içlerine işlemiş komplekslerinin ancak yatakta su yüzüne çıktığını ve herkes ne düşünürse düşünsün, cinselliğin fiziksel bir şey olmaktan çok duyumsal bir şey olduğunu anlatabilecek miydi?” Sevgili Elif Şafak ne kadar safsın! Doğru insan yok! Doğru insanı bulmak adına seviştiğimiz onca beden, içlerindeki komplekslerin büyüklüğünü görmekten başka neye yaradı?
Paul Auster, “Kış Günlüğü” kitabında; “Üzerine gelen şey, her zaman sana baskı yapmış, ezmiş olan şey, dışarısı, yani hava, daha kesin belirtmek gerekirse çevreni saran hava içindeki senin bedenin. Tabanların yere basıyor, ama geri kalan her yanın havayla sarılmış; işte senin hikayen orada, gövdende başlıyor ve her şey yine gövdende bitecek…” diyor. Yanılıyorsun Paul, tabanlarım yere basmıyor. Ayaklarım yeryüzünden kayalı çok oldu. Senin bu edebi saptamalarını, bizim mahallenin çocukları taşaklarını serinletmek için bile kullanmıyor uzun zamandır.
Winston Smith’ in, Julia ile seviştikten sonra, ona söylediklerini, sana söyleyebilme cesaretini bir gün bulacağım:
“Dinle. Ne kadar çok erkekle yatmışsan, seni o kadar çok seviyorum anlıyor musun?”
“Evet, hem de çok iyi.”
“Saflıktan nefret ediyorum, iyilikten nefret ediyorum. Erdem denen şeyin hiçbir yerde olmasını istemiyorum. Herkesin iliklerine dek ahlaksızlaşmasını istiyorum.”
“Yalnızca birine duyulan aşk değil, bu hayvansal içgüdü, bu dokunulmamış, sınırlandırılmamış tutku; sistemi parçalayabilecek güç buydu… Artık saf aşk ya da tutku söz konusu değildi. Hiçbir duygu saf olamıyordu. Çünkü her şeye korku ve nefret sinmişti.” Romanda bahsi geçen “Yenikonuş” dilinin insanlara benimsetilmesi ile cümlelerin anlamsızlaştırıldığı, kelimelerin içinin boşaltıldığı, yani iletişimsizliğin geçerli olduğu bir düzende, insanlara gerçek diye yalanları dayatmak daha kolaydır: “Dil yoksa, düşünce yoktur!”
“Sevgi Bakanlığı”nın karanlık dehlizlerinde Goldstein, “Asi” çocukların korkularını yenmesinden ve düzene teslim olmamasından dolayı öldürüldüklerini söyler: “Şunu asla unutma; her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır. Parti’nin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep aşağılanacak, defalarca yenilecektir. Casusluklar, ihbarlar, tutuklanmalar, işkenceler, idamlar, ortadan kaybolmalar asla son bulmayacak. Parti güçlendikçe acımasızlaşacak; muhalefet zayıfladıkça, despotluk güçlenecek.” Doğum kontrol haplarımız, prezarvatiflerimiz ve kürtaj hakkımız, sisteme karşı durabildiğimiz kutsallarımızdı sevgili!
Orwell’ in vurguladığı gibi: “Kendi dışımızda bir yerde ‘bir gerçek dünya’ olduğu ve orada ‘gerçek olayların’ yaşandığını” varsayabilecek miyiz? Yaşadıklarımızın, sadece düşlerimizden ibaret olduğu gerçekliğinin bilincine varabilecek miyiz? Buharlaşmak mıdır gerçekliğe açılan kapıların eşiği? Winston, günlüğüne: “Eğer bir umut varsa, proleterlerdedir” diye yazar. Bu cümlenin getirebileceği tehlikenin büyüklüğünü Winston, romanda da okuduğumuz gibi tüm cümlelerin her kelimesinde hisseder; sistemin “Büyük Birader”i ve adamları tarafından buharlaştırılması ve yok edilmesi kaçınılmaz bir sondur! Şimdi aynı tehlikeyi göze alarak ve kahraman olmayı değil, sadece nefes alma umudu ile ben şu cümleyi defterime yazıyorum: “Eğer bir umut varsa Aşktadır!”
Kelimeler tükendikçe acılar mı artmakta? Hem acı nedir ki? Tek acı, şişedeki rakının bitmesine en yakın olduğum an değil midir? Son kadehi devirdiğimde ayılmaya başladığım o çizgi kahreder beynimi. Sis dağılacak. Gerçeklik olarak algılanan kabusun içine yeniden gireceğim. Orwell sarmalının gerçekliği burada işte; distopyanın sınırında sarhoşluktan ayıklığa geçmek! Edebi yanılgılarımla intihar kurguları üretmem! William S. Burroughs’un sözleri içsesim oluyor ayılınca; “Sevilmeye lüzum yok. Affedilmeye lüzum yok. Benim defolup gitmem lazım buradan.”
Kitap: Bayram SARI
indigobayram@gmail.com