“Hayal gücü alıştırması yapmak, işlerin gidişatından fayda sağlayanlar için tehlikelidir; çünkü hayal gücü, işlerin mevcut gidişatının daimi olmadığını, evrensel olmadığını ve gerekli de olmadığını gösterme gücüne sahiptir,”
Yaşamın saçmalığı ve insanın yabancılığı öncelikle zaman kavramı altında yatar. İnsanın ölümlü olması da hem saçmayı hem de sıkıntılı olma halini anlatır. Yaşam, sıkıntılı bir saçmalıktır, çünkü sonunda ölüm vardır, ne olursa olsun son budur. Diğer taraftan yaşam anlamlıdır; sahip olduğu değişmez son ona yaşama sevincini duyurmaktadır. Zaman içindeki insanın saçmaya maruz kalmaması şimdiki an ile mümkündür. Albert Camus, tüm karamsarlığın, dünyayı yöneten saçmalık içinde olduğunu söyler. Ona göre dünya sonsuz bir anlamsızlık içinde değildir. Dünyanın bir anlamı vardır ve bu insandır. Çünkü bir anlama sahip olduğunu iddia eden tek varlık insandır(!)
Eğer geçmişe bakmazsanız vicdan azabı nedir bilmezsiniz. Geleceğe bakmayınca da umudu bilemezsiniz. Bu sözcükler bir anlam ifade etmez; çünkü, başkaları geleceği reddediyorsa, o, şimdiyi tutku ile kuşatıyordur. Hırs ve projeler bir kez odak olmaktan çıkarıldığında, şimdiki an, yaşadığımız an olacaktır. Dünyanın kendisi akılla uyumsuzdur. İnsan ise bu uyumsuzluğu bilinçlilik ve zamana uyumluluk ile çözebilir. İnsanın dünyayla uyumluluk sağlaması saçmayı ve sıkıntıyı ortadan kaldırır. Saçmanın yol açtığı sıkıntı, insanın bu akla aykırılıktan tatmin olmaması sonucu doğmuştur. Eğer insan, evrenin akla aykırılığını ve anlamsızlığını kabul ediyorsa, saçmalık ve sıkıntı yoktur. Gerçek özgürlük, tüm insan hırslarının budalalığını anlamamız ile ortaya çıkar.
Saçma bu noktada insanı aydınlatır. Saçma, sıkıntıya giden yolun kendisidir. Sıkıntı hakkında, Greenson şöyle der:
”Kişi aslında içgüdüsel gerilimin ve belirsiz boşluk hissinin bir birleşimini deneyimler. İçgüdüsel gerilimin düşüncelerin ve fantezilerin engellenmesine bağlı bir yönlendirme olmaksızın meydana gelir. Gerilim ve boşluk bir tür açlık, uyarıcı açlık olarak hissedilir. Birey neye aç olduğunu bilmediğinden, kayıp bir hedefi veya bir nesneyi verir umuduyla dış dünyaya yönelir.”
Bernard Williams ise sıkılmanın faydalı bir tepki olduğunu söyler:
”Nasıl ki, sıkılmak farkına varamamanın, anlamamanın ya da yeterince değer bilmemenin bir işareti olabiliyorsa, aynı şekilde sıkılmamak da farkına varmamanın ya da yeterince yansıtmamanın bir işareti olabilir.”
Peki, İspanyol entelektüel Miguel de Unamuno,
“Sıkıntı, hayatın esasıdır ve biz oyunun, eğlencelerin, romanların ve aşkın keşfedilmesini yalnız sıkıntıya borçluyuz,”
sözleri de sıkıntının, insanı anlam kâşifi yapabileceğini mi belirtmekte?
Madem ki, dünya sonsuz bir anlamsızlık içinde değil ve insan bir anlama sahip olduğunu iddia eden tek varlık; o zaman sorulması gereken şudur, bu anlam nerede? Miguel de Unamuno gibi, sıkıntıyı hayatın merkezine koyarak, çevresini anlam ile doldurabilir miyiz? Sıkıntı hayatın esası ise bu her zaman yaşam sevincinin ateşleyicisi olabilir mi? Tam da bu noktada Sontag’ın, “Hikaye anlatıcısı hakikat anlatıcısıdır,” sözünü anımsamak yerinde olacaktır. “Gerilimin ve boşluğun açtığı açlığı kendi hikayemiz dolduracak,” önermesini olumlayacağız demektir.
Gerçek değişimin hayalinden korkar hale gelmiş yetişkinler olarak, zaten bildiğimiz ya da bildiğimizi düşündüğümüzün ötesinde hiçbir şey görmediğimizle övünerek, tüm kurguya dayalı edebiyatı reddetmiyor muyuz? Hikaye anlatıcılığının, mümkün olana dair algımızı genişletmede en güçlü hayal gücü kullanımı olduğuna işaret eden, Ursula Le Guin, bunun bildiğimiz gerçekliğe alternatifler ve hayal etme kabiliyeti, isteği olduğunu söylüyor:
“Ütopya ve Distopya da, entelektüel yerlerdir. Tutkuyla ve oyuncu bir ruhla yazarım. Hikayelerim ne acı uyarılar, ne de, ne yapmamız gerektiğine dair kılavuzlardır. Birçoğu, bana göre insanlık halinin komedisi, sonsuz çeşitlilikte dönüp dolaşıp, her zaman nasıl da az çok aynı yere geldiğimizin hatırlatıcısı ve o sonsuz çeşitliliğin gene de daha fazla alternatif ve olasılığın icadıyla kutlanmasıdır.”
Ursula Le Guin’e göre, hikaye, okuyucuya belli bir iyileşme umudu sunmak yerine, alternatif gerçekliğin de olabileceğini göstermelidir. Böylelikle okuyucunun aklını, şu anki yaşayış şeklimizin insanların yaşayabileceği tek yol olduğuna dair tembel ve ürkek düşünme alışkanlığından kurtarmaktır.
Film ve tiyatro oyuncularının, rolünü başarı ile canlandırabilmeleri için, karakter analizleri yaparak, canlandıracağı kişi ile özdeşleştiğini; aksi durumda rollerinin pek inandırıcılığının olamayacağını biliyoruz. Şöyle de söylenebilir, çocukken oynadığımız oyunları bir gerçeklik olarak kabul ettiğimizi büyüdüğümüzde fark ediyoruz. O gerçekliğe bürünemediğimizde oyun dışı kaldığımızı da biliyoruz. Yaşam da kendini sürdürebilmek adına bir gerçekliğe ihtiyaç duyar ve bu gerçeklik olmasa, yaşam sıkıntılı bir saçmalık olacağından insan oyun dışı kalır, yaşayamaz.
Susan Sontag, “Hayal gücü alıştırması yapmak, işlerin gidişatından fayda sağlayanlar için tehlikelidir; çünkü hayal gücü, işlerin mevcut gidişatının daimi olmadığını, evrensel olmadığını ve gerekli de olmadığını gösterme gücüne sahiptir,” der. Kuru düzenin sıkıntılı ve saçma gücünü, kurguya dayalı edebiyatın dışında hangi başka olgu sorgulatabilir ki?
Kültür Sanat: Bayram Sarı