Her insan iki kişidir. Biri dağıtan diğeri toparlayan. Biri melek diğeri şeytan. Şeytanı da meleği de kendisidir insanın. Dikkatli bakıldığında bedenimizin her bir hücresinin diğer yarısı vardır. Ve bu hücrelerle organlar birbirinin aynasıdır, aynısıdır. Bir burun deliğine, bir gözüne, bir kulağına, bir ciğerine, bir eline, bir ayağına karşılık diğeri vardır ve bunlar birbirlerine aynalık eden aynılıklardır. İnsanı boyuna doğru ortadan ikiye böldüğümüzü düşünürsek bir yarısının diğerinin aynası olduğunu da görürüz.
Peki ya insan kalbi? Kalbin bir benzeri daha yoktur beden içinde. Ve dikkatli incelendiğinde sanki anne rahminde bacaklarını ve kollarını cenin pozisyonunda göbeğinde birleştirmiş bir görüntüsü vardır kalbin. Bu pozisyon aynı zamanda kendi içine kıvrılmış bir tavuğu andırır. Neden benzeri ya da bir aynası yoktur? Neden ikinci bir kalbimiz daha yoktur? Bunu hiç düşündünüz mü? Belki de bir organ olarak değil de ruhuna benzeyenleri seçmek amacıyla yalnız bırakmış iki tane yapmamıştır onu Yaradan.
Belki de kalbimiz gerçekleri gören, hisseden, seven ve vücuda kan pompalamanın dışında, beyinle el sıkışarak karar verebilen bir organ olduğu içindir bu özel yaratılmış hali. Ya da belki içi açılarak çok dikkatli incelendiğinde kendi içinde bir aynılık içeriyordur. Kalp ayrıca diğer tüm organlardan kendini kansere yakalatmayan o özelliğiyle ayrılır. Kansere kafa tutar, asidir ve kalp kanseri diye bir kanser türünün adına dahi tahammül etmeden çok sevilmediği ya da sevemediği anlarda kendi kendisinin fişini çekerek hayatına son verir. Gururun böylesi!
Tüm bunlardan yola çıkarak bedenimizin aynılığını anlatmaya çalıştım. Şimdi gelelim ruhlarımızın aynalarına. Ayna da gördüğün beden elbisesini giymiş yüzüne baktığında sen olduğunu zannettiğin bir bedenin içinde seni izleyen bir yürekle göz göze gelirsin.
Senin dışında gördüğün tüm insanlar doğa ve dünya hepsi birer yanılsama ve illüzyondur. Konuştuğun ve anlamaya çalıştığın herkes senin kendine olan yansımandır. İyi kötü görerek anlam kattığın her şeyin içinde tüm varlığınla sen de varsındır… Hatta, “de” yi kaldır at, direk sen varsındır. Bunları gören ve sezen ruh sana aittir, diğerleri aynadır. Hepsi değişik sahnelerde senin ihtiyacına, hayat amacına, olman gereken kişi olmana yardım etmek adına, seni daha üst bir versiyonuna taşımak amacıyla Yaradan’ın ağzından konuşan ruhlarındır. Tüm tanıştığın ve anlam kattığın o insanlar senin değişik sahnelerdeki versiyonlarındır. Hayatındaki iyi kötü, güzel çirkin, fakir zengin, yaşlı genç, mutlu mutsuz, renkli renksiz evet doğru bildin hepsi sensin…
Ve aslında dikkatli bakarsan sen de diğer insanlara aynalık yapıyorsundur. Kendi içleriyle ilgili iyi kötü, güzel çirkin yanlarını insanlara gösterensindir. Çoğu zaman senin bile bilmediğini bilmeyen o içindeki bilginin dışında bilmediğin bilgileri öylesine diğerlerine söylerken bulmuşsundur kendini. İşte o an orada olman o cümleyi kurman, o konuya el atman gerekiyordu. Bu sebepten iç bilge sesin (Yaradan’ın fısıltısı) dışa taşındı ve sen yapman gerekeni yaptın.
Birisine çok güzelsin mi dedin? Senin ruhundur o. Birisi çok mu çekici, çirkin, serseri, çapkın, yalancı, palavracı, asil, adil, sevimli ya da sevimsiz? İşte tüm bu sıfatları ona veren sensin. Öyleyse kendi kabında ne varsa onu kendine anlatabildin ve kendi iç sesinin resmini diğerine yansıttın, içini dışarıya taşıyarak kendini sözlerinin elinden tutarak dışarıya taşırdın.
Tam burada şöyle bir soru sorabilirsin. İyi de bu insanlar gerçekten böyle ise ben doğru söylemiş olmuyor muyum? ‘Evet söylemiş de oluyor olabilirsin lakin bu ancak diğeri anlayışı ile seni kucakladığında ve bunu kabul ettiğinde anlamlanmış olur. Birisinin hatasını ya da çirkinliklerini o kişinin kulağına nerelerde fısıldıyorsun? Sana fikrini sorduğunda mı? Yoksa sen davet edilmediği yere yüzsüzce gidenlerden olmayı mı tercih ediyorsun? Ya da o kişinin hatasını kabul edebileceği ve değişime razı geleceği kuytu köşelerde mi indiriyorsun kulağına hatalarını? Yoksa haddini aşarak onu hazırlıksız yakalayıp hatalarından mı vuruyorsun herkesin içinde?’
Şimdi tüm bunların onun gerçekleri olduğunu varsaysak da o bunu kabul etmediği sürece bir değişim gerçekleşmeyecektir. Öyleyse neden hem kendini hem de onu yoruyorsun? Değişim ve gelişim olmayacaksa bunu masaya yatırıp zorla şekillendirmeye gerek var mı? Elbette yok.
Düşün; bir okyanusun içinde fanus, fanusun içinde bir insan, insana şöyle yukarı doğru zıplarsan çıkacaksın ve daha büyük okyanusta daha güzel bir dünya seni bekliyor desen; bunu kendisi isterse elbette seni dinler bir sıçrayışta dışarı çıkabilir. Ama dinlemez ise senin onun için yapabileceğin hiçbir şey yoktur. Diyelim ki onu eline aldın ve zorla dışarı çıkardın. İlk fırsatta başına getirdiğin bu yenilik için seni suçlayacaktır ya da çıkardığın yere yani derdine geri zıplayacak ‘ben burada mutluyum ya da mutsuzum size ne, siz kendi işinize bakın!’ diyecektir.
Kimsenin derdini izinsiz elinden alarak parçalara ayırmayın. Bazı insanların tek yaşam kaynağı dertleridir. Dertleri kendilerini koruyarak kurban rolü oynadıkları, güvence altında hissettikleri o sığın’aklarıdır. O yüzden siz kapıyı gösteren olsanız da yerinden kalkarak ayağını ve elini kullanması gereken asla siz değilsinizdir. Bunu ancak kişi kendisi razı gelirse değiştirebilir.
İnsan kendinde bile değişim yaparken bunun çok zor olduğunu bilir ve çoğunlukla kendisine kördür, zahmet edip bakma gereği duymaz ama sorsan herkesin diğerinin dertleri hakkında fikirleri derya denizdir. İnsan diğerine akıl verirken savurduğun ucu sivri sözcükleri geri toplamalıdır, çünkü dağıttığı bu ucu sivri tohumlar bir gün yeşerecek ve kendisine lazım olacaktır. Ah bu ne büyük bir gaftır kendisini ancak belli bir zaman geçtikten sonra toprağın yüzeyine fırlatan!
Bazen küçük bir davranışını ve bakış açını değiştirmeyi denediğinde ardından büyük adımların geldiğini görebilirsin. Bir şey değişir her şey değişir. Küçük bir adımla başlar tüm başarıların başlangıcı ve tecrübe adı altında toplanmış olan hataların o yazgısı. Mevlana’nın bu konuya değinen o güzel sözü ne kadar anlamlıdır; Dün akıllıydım dünyayı değiştirmek istedim bugün bilgeyim kendimi değiştiriyorum.
Ve son olarak biraz da farklı fark edişler ekeyim topraklarınıza, tutun elimden, gelin benimle hadi..
Ne istiyorsan, hayatında neyin eksikliğini duyuyorsan; elini korkak alıştırma,
ver gitsin ,
ver ki geri alabilesin.
Almak için önce vermek,
verdiğinin ardından bakmamak ve geri versin diye ummamak, buna tüm içtenliğinle “inanmak” ilk şartın olsun.
Vermeden almanın kime mahsus olduğunu ve artık O’nun bizzat kendi ruhun olduğunu da söylememe gerek yok sanırım. Unutma; Ruhunun bedenine dikilmiş olması, onu tanıyor olduğun anlamına gelmez.
Her şeyden sıkılmanın da iyi bir yanının olduğunu konduğun bilgi dallarının çokluğundan anlayacaksın.
Bir düşünürün kitabından çıkıp,
diğer düşünüre konacaksın.
Birinin beğendiğin fikrine yeni bir yorum katarken kendinin bile bilmediğin yeni fikirlerine uyanacaksın.
Kimlerle sohbet ediyorsun? Bilmediğimi bilmediğim bir bilgiyle sohbet edebilecek derecede değilsem; o bilgiyi bilmiyorumdur.
Bilgi; bildiğini zannettiğini yeniden yenilenerek anlamlandırma sanatıdır.
Terk etmemen, üzerine titremen, koruman, affetmen, yargılamaman, aşkla sevmen, endişelendirmemen, korkutmaman, yeni duygular yüklemen, zihnine bağımlı olmaman gereken O dedikleri bizzat bunları hisseden sensin. Sen O’sun, Yaradan’ın parçasısın. Önce kendine O’nu yani kendini üzmemeyi, sevmeyi, affetmeyi öğret, çok geçmeden diğerlerine de öyle davranmaya başladığını, bu duygularını bulaştırdığını, kendine benzeyenlerin kalbine yapıştığını, yakıştığını göreceksin.
Ellerine sağlık çok beğendim. Aynılar ve aynalar… İç sesin Tanrının fısıldayışı…