Göksel coğrafyada tanrılar savaşırken yerin yüzünde gözyaşı denizlerinde kulaçlar atıp kendi canımı kurtarmaya çalışan ben, Poseidon’un öfkesini taşıyorum içimde. Üzüntüye dönüşen bir öfke, öfkeye dönüşen üzüntüler arasından geçip kırık camların, kor ateşlerin üstünden ilerliyorum. Tanrılar inatla benden kurban istedikçe nefsimi kurban etmeye, çocuğumu kesmeye yaraşmıyor ürkek yüreğim. Kabahati uzak diyarların birinde bir sultanın verdiği yanlış kararda arıyorum; yahut prensesin kara sevdasında. Bir acı yemiş ağzımda burulurken küfür olmuş kollarımın kendime sarılacak kadar uzun olmadıklarına hayıflanıyorum, onlarla da kavga ediyorum. Düşleri kovalayan bir yabani hayvan ya da uçurumun eşiğinde yitirdiğim bir totem belki, ağıt kükremeleri savuruyorum boş dağların kayalarına. Hiç başlamadan biten bir efsaneye dökülmüş bir ağıt. Kayalardan yansıyıp kendime çarpan yüzümden ürküyorum ve yine tanrıların bir oyunu sonucunda suskun bir çaresizlikten yapılma gölün sularına düşüyorum, batıyorum, ağır bir taş kadar umarsızca bırakıyorum kendimi çaresizliğin huzurlu kollarına. Ölüme isyanım, yaşamımda defalarca öğrendiğim ölüp dirilmeler, çaresizlik suyuyla büyüyen hangi ağaç varsa o ağaca konan kargalar ve kargaların kendinden emin leş beklentileri ve her şeyin sonu olduğuna dair isyanlarım boynumdan aşağı kemiriyor bedenimi. Gölün dibine yaklaştıkça hafızamı kaybediyorum.
Birkaç sazan süzülüyor gözlerimden ve titremeyi unutmuş yosunlar, tüm o nehirlerin telaşından uzak yosunlar, benim gibi umutsuzluk treninin yolculuğuna alışmış yosunlar, bakıyor gözlerime. Durağan olma durağındaki yolculuğumda nefsime kısaca bir göz atıyorlar. Sazan dönüp tekrar geçiyor önümden, bu yeşil suların dibini boylarken aklımda kalan son görüntüleri hatırlamam gerek diyemiyorum. Bu sazanın gözlerinde bir dilek tutma arayışım gölün de yardımıyla yankılanıyor değmekten korktuğum o toprağın altında ve tanrılar şahidim olsun ki bu haykırış toprağı delip onun da altında yatan dağlara, nehirlere ve hatta dünyanın ateşten erimiş kalbine tüm üstündekileri çekip derli toplu sunmaya çalışan demirine varmıştır. İşte o an yine hafızamı kaybediyorum. Sazanın gözleri ışıldıyor. Ben de ışıldıyorum, düşmek istemiyorum bu göle diyorum. Çaresizce düşmekten kaçıyorum. Sazan bir kez daha geçiyor yosunlar ayaklarıma sarılıp ‘haydi gel’ diyorlar bize karış. Olmaz bile diyemiyorum ne sesim çıkıyor ne nefesim. Bırakın ayaklarımı, benim nehirlere geri koşup gerisin geriye akıp dağın kayalarından dolaşıp tüm o yollardan tekrar geçip geriye çağladığım kaynağa dönmem lazım bile diyemiyorum. İşte o yalnızlığın yüzüme savurduğu pençe, yüzümü korkunç tanınamaz hale getiren o pençe çaresizlik adlı bir canavara aitti.
Sonsuzluk sonun olmamasıysa ‘Neden bu son var ey Poseidon! Duy sesimi ve bir fırtına çıkar da bu göl kıyamete tutulduğunu sansın!’ diye meydan okuyorum kalbin cılız atışlarıyla. Son olmadan nasıl sonsuz olunur? Kalbim duracak sandığım yani bir kez daha ne zaman atacağını kestiremediğim o an, tanrılardan biri sesimi sonunda duymuş olacak ki savaşını yarım kesip yanıma geldi: İşte Dionysos.
Tam hafızamı kaybetmişken ‘İstediğini vereceğim,’ diyor sükunet içinde. Şaşırıyorum. Hala buna şaşırabiliyorum, ‘Demek hala yaşıyorum,’ diye düşünüyorum. Umuttan bir ışık belirtisi çalmış olmalı benim için.
‘İki kez doğdum,’ diyor. ‘Sonsuzluk iki tanedir.’ Sazanı gösteriyor, ‘Ne kadar bilge olduğunu görebiliyor musun?’ Başımı sallıyorum. ‘Seni ikinciye gördüğünde bana neden haber verdiğini şimdi anlayabiliyor musun?’ Başımı sallıyorum.
İlk seferinde o da, anlamamıştı senin ne demek istediğini. Bu yüzden şüpheye düştü. Bir merak uyandı içinde. Seni tekrar görmek istedi az evvel seni göremeyen gözüyle de. Böylece dönüşünde seni tam olarak anlayabileceğine dair bir merak belirtisi göstermiş oldu. Yani senin için ikiyi bir etmeye çalıştı. Bu da bir tanrı olarak beni ilgilendirdi ve tam Apollon’un yeni icat ettiği kitlesel olarak ademoğlunu etkileme silahı üzerine bir strateji planlarken işimi gücümü bırakıp, buraya geldim bir tanrı olarak.
Artık kalbim atıyor mu, atmıyor mu bunu bilmezken gözlerim yumuluveriyor ölümün yuvalarına. Yılan yavruları dilini uzatıyor içime. Bir ölümün sonunda yılanlarla karşılaşacağımı hiç beklemezken, tanrı Dionysos dostça elini omzuma koyuyor. Gözümün perdesini aralamak için tüm hafızamı davet ediyorum ve hafızamı çoktan kaybettiğimi işte o an farkediyorum. Gözlerim kapalı yılanlara bakıyorum. Dionysos diğer sazanları da çağırmış etrafımda sonsuzluk üzerine bir ders vermeye hazırlanırken toprağa değmem sonun artık geldiğini söylüyor. Hafızam olmadan, ben olamam, o zaman ölmek en akla yatkın olanı. Belki de zaten öldüm ve ölümün mizah anlayışı böyle diye düşünüyorum bir yavru yılanın ağzımdan içeri girmesine izin verirken. Dionysos konuşmaya devam ediyor: Doğduğun günü anımsa mesela! İnanır mıydın doğabileceğine? Tüm o tanrıların arasında kuş gibi cıvıldarken bir gün gelip de annenin huzurlu rahminden çıkabileceğine inanır mıydın?
O an ilk kez bir karga, leşime göz kırpıyor. Görmezden gelip ‘Evet!’ diyorum. Sesimin çıkabilmesine şaşıran sazanlar bir bir dağılıyor etrafımızdan. Yosunlar ayaklarımı bırakıyor. Doğduğum günü hatırlıyorum. Bir kez daha ‘evet ‘diyebiliyorum. Evet, evet, evet… Evet ama sadece bunu hatırlayabiliyorum şu an.
Bu yeterli zaten. Tekrar doğmak için bu yeterli. Anka kuşumla yaptığım yolculuklardan birinde senin gibi çaresizlik tutkunu bir adam tanımıştım. Adamın ayın karanlık günlerinden yapılma bir evi vardı ve her zaman karanlığın mertebelerini merak ederdi. Karanlığın daha çok karanlığı var mı diye dalıp giderdi. Evi neredeyse yataktan yapılmış bu adam en çok da sessizliği severdi.
Nefsim bedenimden ayrılmış, yanımızda oturuyor. Artık ruhumu teslim etmek için son anlarımı sayarken birkaç kelime daha duymak istiyorum. Umut ışığını avcumda sıkıca sıkıyorum. Kargalar kaçışıyor.
Ben duydum haykırışını! Apollon her ne kadar da bildiğini okusa onun hiç bilmediği yönlerim vardır benim. O kim bilir nelerle meşguldür şimdi. Ben o kadar kendimi sıkamam, onun savaşlarıyla şu tanrılık ömrümü boşa harcayamam her ne kadar sonsuz da olsa ömrüm benim için çok değerli. Çünkü ölümü ben bir kez yaşadım, Apollon yaşamadı. Anlarım ölünün halinden. Onun daha güçlü bir tanrı olduğunu itiraf ediyorum. Bugün bana birkaç alkolik ve senin gibi çaresizler dışında inanan kalmadı zaten. Senin bile inanacağından çok emin değilim.
Bir çocuk gibi küskün tanrının omzuna uzanıp, dostça ben koyuyorum elimi bu defa. Hafızam yok benim, diyorum. ‘Benim de,’ diye yanıtlaması karşısında öldüğümü unutuveriyorum. ‘Herkesin ikinci bir şansa ihtiyacı vardır, sonsuzluğun bile’ diyor. ‘Umut iğnesiyle tüm hayal kırıklıklarını onarabilir, tüm sonlara yeni bir başlangıç dikebilirsin’. Avucumun içindeki iğneyi alıp inceliyorum. ‘Merak ediyorum. Bu da benim hafızama iyi gelmiyor. Merak ettikçe sona bir son daha ekliyorum bu şekilde sürüp gidiyor. Sonun sonsuz kalmasına neden oluyor. O yüzden ikide kalmayı seçtim ben. Olgunlaşmamış her ruh gibi sen de bu havuza geri sürüklenebilir düşüp batabilirsin. Bu zaten her ademoğlunun bitmek bilmez eğlencesi. ‘
Yalan değildi tanrının söyledikleri. Bomboş hafızama bakıyorum. Yataktan yeni uyanılmış bir gün gibi değilse de yüzümdeki pençe izini sevebilirim. Nefsim bir yılana sarılmış sükunetle uyuyor. ‘Evet’ diyorum. Tanrı gülümsüyor. ‘Tabi ki evet, ne kadar hayır varsa o kadar evet’ deyip sırtımı sıvazlıyor ve Anka kuşuna binip gidiyor. Şimdi bir kayanın sırtında oturuyorum pençe izimden yapılma. Ayaklarımın altında nehirler çağlıyor. Birkaç taş yuvarlanıyor göle doğru. Kalbim hala cılız atıyor. Nefesim seyrek, o yüzden yükseklerde dolaşıyorum. Hafızam ve nefsimi kaybettim ama her an merak duyuyorum. Tanrıların hediyesi elimdeki bu iğneyle kalakaldım. Aşağıda ışıldayan yosun yeşili, çaresizlik gölüne bakıyorum, iki karga süzülüyor başımın üstünden. Yüzümdeki pençeyi okşuyorum ve ‘elveda’ diyorum pençe izine’ artık hafızamı kaybettim, seni hatırlamıyorum.’