İnsan sevdiğini öldürür, aşkın emeği boşa gitti, en çok da buna ağlıyorum, ah be! Anne, baba bunu bana neden yaptın ha? Seni sevmiştim oysa… Sadakat ve kıskançlık, ihanet, öfke eğrisinden bahsediyorum evet. En çok da sevdiklerimizden dem vurduğumuz acılardan. Neden en sevdiklerimiz an gelir bize düşman olurlar, neden biz iyi olsun diye gayret ettikçe bir fenalıkla sarılır başımız icabında yüreğimiz? Anadolu’nun yanık türküsünü çığırmış olan meşhur Aşık Veysel’imiz bir gün eve döndüğünde görmeyen gözleri eşinin bir başkasına kaymış gönlüne şahit olur. Usulca kapıdan çıkıp giderken eşinin ayakkabısına cebindeki son parayı bırakır. Böylesine bir aşka, merhamete Allah derim. Lakin ne umuyorduk ne bulduk? Aşkımızı, sadakatimizi kendimizle nasıl sınadık bunu bu ayki yazımın konusu edinmeye karar verdim.
Arzularımız, tutkularımız, beşeriyete dair ihtiyaç ve beklentilerimiz bize uğruna savaşacak, kendini adayacak, sadakatle bekleyecek izlekler sunar. Bunlar karşılanmadığındaysa bizi boşa hayıflanmaya iter. Nedir eksik olan? İki birbirini bilmez bir aşka düşer de sonra ne olur da birbirlerine benzemeye başlarlar? Birbirleriyle yakınlaştıkça ruhları tatmin olmamış bir mesafede yeni yolculuklar arar. Oysa yakınlaşmak için anlamak, anlaşmak için onca çaba sarf etmişizdir. Beklentisizce sevmek, koşulsuzca sevmek, tümden teslim olmak gibi beylik kişisel gelişim deyimleri vardır ya işte o deyimler hükmünü yitirmek üzere kulaklarda çınladığında öfkenin bizi hasta etmemesi için yapmamız gereken; yargılayıcı zihinden yaratıcı zihne uzanan köprüyü aramaktır. O köprü bizi evrenin dört bir yanına dağılmış olan hakikatimize taşıyacak olan köprüdür. Orada yalnızlığımızın korkutuculuğu ve perdeden yansıyan bize duyduğu özlemi yatar. Bizler beşeriyet içinde aradığımız tutkuların esaretinden kurtulabilecek miyiz diye, yönetmenin dilinden motor/stop geriliminde çeker durur yansıyan halimizi. Karşımızda bulduğumuz kabahatler, dünya halimizde bulduğumuz bazen zorlayıp da icat edebildiğimiz kusurlarımız entelektüel bir bilgiçlik içinde kaynayadursun hakiki varlığımız farkındalığın lazer ışınlarını kalbimize gönderir. Burada sabır gerekir! Kendimize sabır!
Birgün, İslam peygamberi Hz. Muhammed, Cebrail meleği ile buluşur ve bu vahiyleri nereden getirdiğini sorar. Cebrail âlemlerin sultanını muammalı bir şekilde yanıtlar, bir perde var o perdenin ardından bir el veriyor bu mesajları. İslam peygamberi, öyleyse bir daha ki sefere aç bak bakalım perdeyi kimmiş sana bu vahiyleri veren. Cebrail olur mu öyle şey demeye kalmadan ben istiyorum diye yanıtlar. Bir sonraki görüşmeleri oldukça ilginç bir insan meselini ortaya koymaktadır: Baktın mı Cebrail kimmiş o mesajı yollayan? Baktım ya Resul Allah yine sensin… Kendinden kendine bir âlemdir içine düşürüldüğümüz yahut bilinç ile seçtiğimiz. Her ne ise beşeriyetimizde aradığımız kabahatler biraz da o perdelerin esaretinden kaynaklanmaktadır. Kendi kendimize gönderdiğimiz mesajları ihtiyaç, arzu, tutkularımızın gerisinde bırakmamızdandır. Kendi yüceliğimizi inkâr ettiğimiz müddetçe nefsimizi ne bir kadın/erkek, ne bir patron/köle ne de liderlerin kendine has beğenmişliği doyurabilir.
Tekrar sormak isterim; yalnızlığımıza ne kadar sadığız? Acaba evrenin dört bir yanına dağılmış varlığımız, quantum uzayında titreşen kendimizden kendimize mesajlarımız için hakikatte ne kadar zamanımız var? Yoksa aşkın emeğini sorgulamak, kendi kusurlarımızı bulan ukalalığımız, yargılarımızla mı meşgulüz? Kim suçlu? Kim haklı?
Benim sadık yârim eksik beni özleyen hakikatimdir! Bir başkasıyla tamamlamaya çalıştığımız hasletlerimiz, annemizin memesine, babamızın himayesine duyduğumuz özlememiz bir başka bedende dirilirken o kıskançlık, ihanet ve öfke eğrisinin direksiyonunu yukarı kırmadan bir duralım. Sahip olduğumuz dünya hali dünyada kalacak, en azından bugüne dek böyle olmuş. O köprüyü bulduysak şayet benden içerideki benin varlığınla tatmin olmaya bakalım. Çünkü bazen dünya hali bizim alışılageldik güvenliğimizin ötesinde bir hakikati kavrayabilmemiz için bizi bize kovalar. Bu da bir an olsun durup kendi derinliğimize dalmamızı, bir sevgiliden gelen mektubu beklercesine arzulu, istekli olmamızı gerektirir.
Yiyecek lokması olmayan, boş karnına neyi paylaşabilir ki? Önce kendi soframızı kendi namımıza samimiyet ile kuralım ki paylaşmanın tadı olsun. Başkasının lokmasını saymanın sadakatle ne ilgisi var? Yalnızlığımız kaçıp bağrında paslandığımız yarenlerimize ihanet edercesine kendine geri çağırıyor hepimizi. Bu yüzden korkularımızı öfkelerimize, sadakatimizi kıskançlığa dönüştürüyor. Kendi kendiliğinden olmayan, bizlere ebeveynlerimizce öğretilmiş ihtiyaç, beklenti açmazında bırakıyor. Şimdi dönüp soralım kendimize: Aç mıyız? Hasta mıyız? Ya da ikiyüzlü müyüz? Eğer öyle olduğumuzu düşünüyorsak, evrene saçılmış parçalarımızın bizi arayışı yüzündendir. Kızmayalım ne ona, ne buna, ne bana… Orada bizi bize kovalayan bir kuvvet var demektir. Buna belki de sevinmek gerekir. Naçizane tavsiyem odur ki, bir kaya bulun sırtınızı yaslayacak, belki de bir rüzgâr sesi, güneş pırıltısı, evrendeki diğer parçaları size taşıyacak olan arzularınız dışında bir nimet. Orada öldüğünüzü farzedin. Ya da hiç varolmamışlığınızı düşünün. Annenizin, babanızın, ninenizin, dedenizin hiç varolmadığı bir anı duyumsayın. Yalnızlığınızı ihmal etmeyin. O tıpkı uyku âlemi gibi yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz enerjiyi bize taşıyandır. Gökyüzü engin, uzay sonsuzdur elbet ve fakat topraktır geldiğimiz ve karışacağımız hem de bir avuç toprak.
Sözün özü; kimseye minnet etmeye gerek yok hakikatteki kendimize sadık olalım bu kâfidir. Öyle melankolik bir yalnızlık değil sevişme halinde olduğunu anlamışsınızdır umuyorum.
“Kendi kendine…
kendi kendine kendi kendine
dünyadır döner kendi kendine
yaz kışa döner kendi kendine
kış yaza döner kendi kendine
doağanlar ölür kendine kendine
mevsimler olur kendi kendine
bir vakit olur kendi kendine
emri hak olur kendi kendine
türlü sesleniş kendi kendine
renkler meneviş kendi kendine
sırla sıvanmış kendi kendine
kim ne demiş kendi kendine
seyrine hayran kendi kendine
lütfuyla ihsan kendi kendine
zevk ile seyran kendi kendine
mutludur hayran kendi kendine”
Rasim Mutlu