İki bilinmeyenli denklemler ile o kadar sarmaş dolaş oldum ki eşitliğin diğer tarafını kendi içimde denkleştirmek için, x ve y için değer üretip duruyorum. Hangi değeri verirsem vereyim, eşitliğin diğer tarafına denk getiremiyorum, içimdeki toplamları…
İki dediğime bakma bazen işin içine z de girip denklemi üç bilinmeyenliye çeviriyor. Hayat matematik dediğin öğretmenler güler geçer biri de değildim. Hayatın gerçekten matematik olduğunu biliyordum çünkü. On yaşında, kırk yılın deneyimi ve bilişi ya da binlerce yılın insan genetiğinde taşıdığı korkuların, sevinçlerin, umutların, hayallerin inşası. Ben hep elli yaşındayım cümlesi dilime pelesenk olmuş bir denklemin huysuz çocuğu gibiyim.
Kareli matematik defteri ile değil, sarı saman kağıdı ve çizgisiz defterler ile başladım hesaplamaya hayatı. Onun da bedeli çok ağır olmuştu. Denklemin kendisi hep bir oluyordu ama benim evrenimde bir pek mümkün kılmıyordu kendisini…
Zamanın zamansızlığıyla ölçülen bir ömrün, kaç desibel şiddetinde acılara ya da sevinçlere maruz kaldığını bilmek de pek matah bir şey değildi. Biliyordum ki diğer insanların aldığı her değer, benim hayatımdaki bir bilinmeyene katkı sağlıyordu. Onların bilinmeyenleri de aynı şekilde, problemin çözümsüzlüğünü büyütüyordu. Matematik yarışmaları geldi aklıma, çözülemeyen sorular ve yanıtlanamayan denklemler. Sokaktaki Galip Abi’nin x için alacağı üç değeri benim için bir şey ifade etmeli miydi? Başkaları için etmiyordu çünkü? Ama Galip Abi’nin acısını, hüznünü, sancısını görüyordum ve bir şey yapmak istiyordum, benim y için ayırdığım iki’yi ona verip başka bir yolun mümkün olduğunu göstermek için içsel bir çözüm merkezim vardı. Çözümlü test kitapları yutmuş bir beynin, arada kendisini hatırlayıp, sağa sola kopya vermesine benziyordu yaptıklarım.
Sonra büyümeye başlayınca ve öğreti denen bazı fikirler ile karşılaşınca, bu rakamları kimseye vermemem ve kendi denklemimi çözüp inzivaya çekilmem gerektiğini öğrendim. Fakat bu bana göre bir yöntem değildi, onun iki’si benim iki’m ile dört ediyordu ve eşitlik bir şekilde anlamlı hale geliyordu. Sorun x, y hatta z’nin aldığı değerlerde değildi. Onları görmezden gelip eşitliğin diğer tarafını kendince değerler verip onun peşinden gitmekti. İçeriğini doldurmadığın ve değerlerinle (erdem, sevgi, onur vb) beslemediğin bir eşitliğin diğer tarafını kaç yaparsan yap, günün sonunda o değere biri eksi işareti koyduğunda anlamsız, değersiz ve işe yaramaz biri olup çıkıyordun çünkü. Bu yüzden paylaşmanın ve değerleri bölüşmenin, bilinmeyenler için çözüm aramanın kısaca birlikteliğin güzelliğini savunageldim her zaman…
Hayatın fraktal çizimleri içerisinde renklerin, geçişlerin, üçgen, kare, prizma ve dikdörtgenlerin en uzun kenarının benim farkındalığıma bölünmesi ya da yalnızlığımla çarpılması da eşitliğin iki tarafında bir denklik sağlamıyor. Bunun sebebi bizi matematikten korkutmaları diyeceğim ama ben matematiği çok seviyordum, sanırım hayatın kendisinden korkuttular ve bizim denklemin iki yakası bir türlü denk gelemiyor.
İzleyici ve gözlemci olmak soruların yanıtlarını vermiyor. Bunun yanında, sorgulayan, soran, fikir danışan, çözüm arayan, bilen, anlayan ve anlatan da olmak gerekiyor. Yoksa x’e bir ver geç… Eşitliğin diğer tarafında olan zihnin, ruhun, bedenin yani özetle dünyasal düzlemde iki nokta arasında yer alan varlığın istediği değeri alsın, istediği sorunu yaşasın ve istediği acıyı da çeksin. Şu an dünyada yaşanan olay da tam olarak bu değil mi? Hak edilmemiş değerlerle ortalıkta dolaşan çok fazla karakter var ve onlar bazen y oluyor bazen z… Karakterlerin değerleri çok düşükse ve onların eşitliğin diğer tarafı ile işi yoksa ki çoğunlukla olmuyor, anlam arayan ya da denklik için çare arayan sen, savrulup duruyorsun. Hiçbir zaman iki kere iki dört etmiyor, çünkü hep bir çomak sokan oluyor ve orası ya üç oluyor ya da beş…
Hayatlarımıza yön veren ama bizim öyle olmadığını düşünmek istediğimiz yazıcılar var. Tüm insanlığın kitabını yazanlardan bahsediyorum. Tanrı değiller ama onu oynamayı seçiyorlar. Bizim bilinmezliğimizi kendi yöntemleri ile şekillendirip, bilinir kılmaya çalışıyorlar. X belki hiçbir zaman bir etmeyecek bir değer iken, bu yazıcılar sayesinde bir olmak zorunda kalıyor. Her bir ruhu ve bilinci değersizleştirerek, kendi elindeki araçları sunuyor ve diyor ki “bunu alırsan, buna sahip olursan eşitliğin diğer tarafındaki değere erişeceksin”… Sahip olunca değer almak, bilinmeyenleri dışarıda aramak ve onlarla eşitliği sağlamaya çalışmak tamamen bu kitabı yazanların marifeti aslında. Bizim kendi içimizdeki bilinmeyenler ise, kalp ve zihin ile ilgili hatta yürek ve akıl da buna dahil olabilir. Denklemin en zor parçalarıdır bunlar ve bir araya getirip eşitliği diğer tarafındaki ben kavramını inşa etmek de kitap yazıcılarının var olduğu bir dünyada çok zor olmakta.
Tam da burada seçim yapmamız gerekiyor, x eşittir sahip olduğun araçlar mı? Yoksa x eşittir sevgi mi? Erdem mi? Onur mu? Seçim ve sonuç ilişkisinde karnemizi hayat veriyor. Geçip kalmaktan öte, alttan aldığımız derslerin yükü de işin içinde olduğundan daha fazla farkındalık ve daha fazla bilmek gerekiyor. Her ne kadar cehalet mutluluk gibi görünse de üç bilinmeyenli denklemin hiçbir unsuru cehaletle eşitliği sağlayamayacaktır. Sevgiyle ve seviyle kalın…