Yaşamak bize ait bir yol iken biz adına yaşamak dediğimiz şeyi satın almak için bütün ömrümüzü harcamayı seçiyoruz. Bir çocuğu düşünün hayatında gördüğü her şeyi oynadığı oyunun bir aracı olarak görür. Onun gözünde hepsi birdir maddi olarak değil sevdiği için bir değeri vardır elindeki şeyin. İster para olsun, ister araba, ev, elmas, pırlanta, mücevher her ne verirseniz verin onun için sadece ve sadece bir oyuncaktan ibarettir. Bizim hayatımızda yer alan her şey ama her şey sadece oynadığımız oyunun bir dekoru ve sahne arkası yardımcı malzemesi aslında. Biz adına yaşamak dediğimiz bu yolculukta, sahneye, tiyatroya, koltuklara, perdelere ve seyircilere hatta figüran ve yardımcı oyunculara sahip olmaya çalışıyoruz.
Sahip olmak dürtüsü o kadar baskın hale geliyor ki araç olan şeylerin her biri bir anda amaca dönüşüyor hatta öyle bir amaç ki göz gözü görmez, el eli keser halde kendini ortaya koyuyor. Neden bir oyunun içinde olduğumuzu unutuyoruz acaba? Bilinçli aklımız ile karar vermeye başladığımızda aslında değer olarak gördüğümüz şeylerin gerçekten o kadar emeği, gözyaşını, çabayı ve hatta kavgayı hak etmediğini anlıyoruz. Bizi bütün bunlara zincirleyen ve prangalara vurup mahkum eden tüketim toplumunun dayatmasından uyanmak için hangi kombinasyonu uygulamamız gerekiyor hayatta.
Bizler ve düşüncelerimiz tıpkı Matrix’teki gibi 0 ve 1 kombinasyonlarından oluşmuşuz aslına bakarsanız. Bütün hücrelerimizin ve bizi oluşturan atomların ki %99’u sadece 6 elementten oluşmaktadır evrende var olan bütünün bir parçası olduğunu ve sadece düşünceyle varlığımızı yok etmek üzere olduğumuzu fark edebilecek miyiz? İnsanoğlunun kâh din adamları ile kâh siyasetçiler yolu ile öğrendiği, bütün dünya insan için yaratılmıştır, dünyada var olan tüm nimetlerden faydalanmalıyız yaklaşımı ile kazandığımızı sandığımız şeyleri aslında çocuklarımızdan ve geleceğimizden çalarak kaybettiğimizi biliyor muyuz?
Size göre yaşamak nedir? Sahip olduğunuz şeylerin toplamı mı? Yoksa sahip olmayı hayal ettiklerinizin toplamı mı? Peki, siz yaşama ne kattınız, kaç ağaç diktiniz, kaç canlının hayatını kurtardınız, kaç ağacı yok olmaktan kurtardınız, kaç hayvanı beslediniz, doğanın katledilmesine kaç kere engel oldunuz, sokaklar kirlenmesin diye kaç kez çöplerinizi cebinizde taşıdınız? Hangi kutsal amaç için kendi dünyanızın ışıklarını kapatıp, yıldızları seyrettiniz. Hangi sabah uyanıp da bu dünya için ne yapabilirimi düşündünüz? Yaşadığınız topraklar betonla örtülürken durun demeyi düşündünüz mü? Yoksa bir eviniz varken ikinciyi mi hayal ediyorsunuz? Ya da arabanızı bir üst modele yükseltmeyi mi? Daha pahalı bir semte taşınmayı mı? Paranızın alabileceği en iyi şeylere sahip olmayı mı? Bunları elde etmek için kaç canlının, bitkinin, ağacın, böcek türünün yok olduğunu bilseydiniz ki biliyorsunuz kendinize dur demeyi düşündünüz mü hiç? Yoksa bütün bunlar bu dünyanın realitesidir, bana ne ben de dünyanın enayisi miyim herkes nasıl yaşıyorsa bende öyle yaşayacağım demek mi daha kolay geliyor?
Yaşamak bir çocuğun saf yüreğinden, kirlenmemiş zihninden ve her şeyi oyun gören bilgeliğinden esinlenerek kurulması gereken bir zaman zinciridir aslında. Bizler zamandaki anları kaldırıp zam’lanmış düşüncelerle zincirler örerek hayattaki her bir maddeye köleleşiyor, sahipleşiyor, acımasızlaşıyor ve önce kendimizi sonra yaşam alanlarını ve çocukların geleceklerini yok ediyoruz. Yaşamayı yanlış anladığımız içindir ki mutluluğu da yaşamanın bir unsuru olarak gördüğümüz, sahip olunan şeylerle eşleştirmek gibi bir hataya düşüyoruz. Ne kadar çok şeye sahipsen o kadar mutlusun, istediğin bir şeyi elde ettiğinde hep mutlu olacaksın, o çok sevdiğin şeyi aldığında dünyanın en mutlu insanı sensindir. Ne zamana kadar, biri gelip mutsuzluk düğmene bastığı ana kadar ya da aldığın şeyden hevesinin geçtiği birkaç saat ya da gün sonrasına kadar. Mutluluk, yaşamak, hayat bu kadar basite indirgenmemeli.
Sahip olma dürtüsüyle hatta inancıyla büyütülen insanlık, tüketim kanallarının dayattığı, sen buna layıksın, sen en iyisine, en büyüğüne, en güçlüsüne sahip olmalısın tarzı yönlendirmeleriyle kendi dünyalarında bir değer olgusu haline gelen bu tüketim mallarına sahip olmayı üstelik ne pahasına olursa olsun sahip olmayı ister hale geliyor. Gerçeklik mi? Sahip Ol işte… Her ne olursa ol, sahip ol… Senin olsun… Sonra, yenisi çıkacak, daha üst modeli, daha büyüğü, daha incesi, daha kalını, daha fazla ses çıkartanı…
Tekrar tekrar satın al. Yaşam amacın o olsun. En son çıkan telefona sahip ol. En son çıkan ve altından hava alan ayakkabıya sahip ol. Üzerinde markaların uçuştuğu kıyafetlere sahip ol. Çünkü onlara sahip olursan sen hem değerli olursun hem de mutlu… İyi de her şeye sahip olan milyonlarca insan neden halen mutluluğu arıyorlar? Neden mutluluk bu kadar uzak ve derinlerde? En çoğun ve büyüğün hepsine sahip iken neden arayışa girip sahip oldukları şeyden bile vazgeçmeye niyet ediyorlar?
Can alıcı sorular değil mi? Yoksa sen diyorsun Murat mı? Kocaman yalanlar ile örülmüş hayatımızda bizi gerçekten mutlu edecek şey için sihirli dokunuşlara gerek yok aslında. Çıkıp yeşil gördüğünüz bir yere ağaç dikin, bir sokak hayvanına yiyecek verin. Sokaklarda yaşayan bir insana giyecek bir şey hediye edin. Yolda gördüğünüz bir çöpü alıp çöpe atın.
Hayata renk katın, gülümseyin. İnsanların size ne söyleyeceğine aldırmadan dans edin, müzik söyleyin. İnsanlara; sevdiğinizi söyleyin. Hayata dokunun, bir ağaca sarılın, bir çiçeğe gülümseyin. Yaşam/ınız/a değer katın. Siz sahip olduğunuz varlığınız ile öyle değerlisiniz ki bunu fark edin. Onun üzerine ekleyeceğiniz şeyler aslında o kadar sahte ve geçici ki sizde olanla coşun ve ışıldayın.
Yaşamak, kocaman bir SİZ’siniz aslında, ona içtenlikle gülümseyin ve sarılın…