Şirk, gerçekte yaratanı ve yaratımını; sanatçıyı ve eserini ayrı görmektir. Şirk, hiç farkında bile olmadan ben yaratıyorum zannetmektir. Şirk bir fikri ve bir inancı; icabında bu fikir Tanrıya dair bile olsa, gerçekte olanın yerine koymaktır. Ama şirk, bana sorarsanız, en temelde ve özünde ikiliktir.
İnsanın anlayışı evrildikçe önce ikinin anlamı değişir. Sonra da iki, yavaş yavaş bir olmaya doğru erir.
En başında iki, gerçekte kim olduğunu ve hayat denilen şeyin ne için olduğunu bilmemek (ya da hatırlamamak) ve olanca cehaletinle ve cehaletinin yarattığı korkuyla kendine bir sığınak “yaratmaktır”. En başında iki; bu rüyada olanca kaybolmuşluğunun içinde, senden uzakta, senden çok daha büyük ve güçlü, seni affedecek ve seni koruyacak bir Tanrı fikrine sığınmaktır. Bu fikir, ilkel çağlarda kendisinden korkulan ve kendisine güç yetirilemeyen uzak veya yakın doğal gerçekliklerdir. Rüzgardır, fırtınadır, şimşektir, güneştir, aydır, yıldızlardır vs. Bu fikir daha yakın çağlarda aynı anlayışla kendisinden korkulan ve kendisine güç yetirilemeyen uzak veya yakın doğa üstü soyutlamalardır. “Zihinde yaratılan” her türden Tanrı fikridir.
İki; sonra sonra, zihinde yaratılmış korkulan ya da sığınılan Tanrı fikri bir kenarda dursun, iş başa düştü “ben” o Tanrının el atmadığı alanlarda bir şeyler yapsam iyi olacak fikridir. Çünkü ne kadar yalvarsan yakarsan da Tanrı senin ondan dilediğin hizmeti vermiyor gibi durmaktadır. Felaketler bitmiyor ve acı bir türlü dinmiyordur. Her yanda adaletsizlik ve zulüm vardır. Hastalık, yaşlılık ve ölüm hep kapıdadır. İşte tam o noktada “ben” o Tanrı fikrinden ayrı, ama aynen o Tanrı gibi ortaya çıkar ve meselelerime çözümler “yaratmayı”, sıkıntıları aşmayı ve hatta bir adım daha ileri gidip zaferler inşa etmeyi öğrenir ve dilediğimi bir ölçüde de olsa “yaratabildiğimi” görürüm. Sorumluluk alır ve kaderime bir şekil veririm. Tanrı fikrine ihtiyacım azalmıştır ya da Tanrı fikri evrilir ve zihnimdeki Tanrı, sadece sığınılan ve korkulan bir Tanrı olmaktan çıkar ve bana alan veren, her türlü “olumlu” çabamı taktir edecek bir Tanrıya dönüşür.
E bu daha iyi bir Tanrı gibi duruyor değil mi? Evet öyle görünüyor ama “iki”nin evrimi burada bitmez.
İki, bir sonraki basamakta, sorumluluk alan ve güçlenen benliğin Tanrısallaşması fikri ile sürer. Olumlu gibi görünen tarafından bakarsanız; ben de Tanrısal bir öz taşıdığımdan Onun izni ve iradesi ile kendi çapımda (cüz’i) da olsa “yaratabiliyorumdur”. Olumsuz gibi görünen tarafından bakarsanız; Tanrı da kimdir ki, ben bu hayatta aklımla ve kendi irademle baş başayımdır ve artık bir Tanrıya ihtiyaç da yoktur. Tanrı fikri yavaş yavaş benim için önemini yitirir ve “ben” hiç öyle görünmese de bir fikir olarak Tanrının yerini alıyorumdur.
Yolun devamında ben – ister olumlu gibi görünen yoldan ister olumsuz gibi görünen yoldan ama artan sorumluluk bilinci ve akılla yürüyeyim – içimde giderek daha da büyüyen bir gücü keşfetmeye başlarım. Evrende yasalar vardır; ben bilgeleştikçe ve bu yasalarla uyumlu yaşamayı öğrendikçe, her şey bu yasalar doğrultusunda bana hizmet ediyor gibi olmaya başlar. Misal “Çekim Yasası” diye bir şey vardır ve bu yasaya uyumlandıkça – düşüncelerimle, zihnimle, fiziksel Dünyamda dilediğimi yaratabilme kapısı açılır. Artık “gerçekliğimin” ben nasıl dilersem öyle olma ihtimali belirir. Kapılar açılmaktadır. Her ne kadar hayatımda sınırlar hala var ise de sınırsızlığın yakınlaştığını hissederim. Tüm evren bana hizmet etmek ve benimle birlikte dilediğimi yaratmak üzere tasarlanmış gibi görünmektedir ve ben artık içimdeki ilahi olanla buluşuyorumdur.
Burada bile hala ikilik mevcuttur. Çünkü hala ben vardır bu tarafta ve hayatım dediğim bir şey vardır öte tarafta. Önemleri azalıyor gibi görünse de (değerleri artan) ötekiler vardır ve hala “kontrol edemediğimi” görebildiğim sınırlarım vardır. Sınır demek, sınırın bir bu yanı bir de öteki yanı var demektir. Yani hala her şeyin iki yüzü vardır.
Çok az insan, Dünya oyununun şifrelerini çözebildikçe güçle baştan çıkmadan ve oyuna tümüyle kapılmadan şu büyük soruyu “samimiyetle” sorar; “hayatımın öyle ya da böyle, iyi de kötü de var edeni ve esasen kaderimin hâkimi benim ve iyi ama ben gerçekten kimim yahu?”
İnsan bu soruyu samimiyetle sorduğu ve cevabını bilmeye açık ve hazır olduğu zaman, Dünya hayatını onun için başlangıçta bilinçsizce sonrasında ise daha uyanık bir idrak ve seçimle var eden zihin, artık bu sorunun cevabını da onun için yaratmak zorundadır. Şimdi artık dikkat, zihin ve düşünceler aracılığıyla oyunda yaratmakta değil oyunda aracısız yaratanı, asıl olanı bilmek üzerindedir. Bu aynı zamanda zihnin ve düşüncelerin ötesini merak etmek demektir.
İnsan zihni ve düşüncelerinin doğasını merak edip içeri baktıkça, hayatı ve kurallarını da kavramaya başlar. Zihninin gerçekliğini onun için nasıl ördüğünü fark eder. Fark ettikçe zihninin onun düşmanı değil bu oyundaki en temel yardımcısı ve hatta hizmetkarı olduğunu süzer. Bu kavrayışın bir uzantısı olarak artık hayat ile (aslında kafasındaki Tanrı fikri ile de) mücadele etmeyi yavaş yavaş bırakır. Artık içten içe hayatın (ya da Tanrının) onun dostu olduğunu, zaten onun hep yanında olduğunu hissetmeye başlar. Bu ilahi “hayat oyununda” olup bitenin arkasındaki ilmi ve sanatı; her şeydeki olağanüstülüğü daha da çok ve sık görebilmeye başlar. Artık Tanrıdan fazla söz etmez ya da Tanrıyı ibadethanelerde aramaz. Adı Tanrı olmasa ve bir ada gerek dahi olmasa da Tanrıyı baktığı ve gördüğü her yerde ve şeyde hissetmeye başlar. Hayat ve onun içindeki her şey ve her varlık ona ışıldamaya başlar. Bu ışıltılı bakış, tüm düzenin örgüsünde bir muhteşemlik sezmeye ve bu esere hayranlık duymaya götürür. Bu hayranlık içinde ben önemini yitirir ve yavaş yavaş ne olduğunu anlayamadan erir. Bakan göz, baktığı büyük ve görkemli eserin pür-i pak aynasına dönüşür.
Ben sınırdır. Ben ikidir. Ben şirktir ve “her ben, ölümü tadacaktır”… Tanrısal murat budur.
Mükemmel bir anlatım…
Çok teşekkürler, sevgiler.