The Exodus

Temmuz ayında oniki yıldır tanıdığım yönetmen bir arkadaşım duygusal bir kararla yaşamına son verdi. Uzun zamandır bu sonu kurguluyordu ve hikâyesindeki yüzlerce kahramanın içinden bu sona kavuşan hikâyeye yatırım yaptı. Bir süredir kanser açmazına sıkışmış olan üvey babam da yine Temmuz ayında “son” dedi. Benim için doğum günümün olduğu ay olan Temmuz yeni başlangıç anlamına geliyordu. Kızım sekiz aylık olmuş ve doğup büyüdüğüm Kadıköy’e dönüşümün sekizinci yılına girmiştim. Her sokak başında bir arkadaşıma rastlamak, bir sohbete dâhil olmak mevcut güvenli hikâyemin içgüdüsüydü. Yolunda gitmeyen şeyler olsa da kendimi bilindik izleri takip etmekten ayıramıyordum.

Kadıköy Vapur İskelesi

The Exodus! Antik Yunan tragedya formunda çıkış, son anlamına gelen bir sözcük. Tanık olduğum başka başka hikâyelerin trajik sonları beni de bir çıkış için motive etti. İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıkışına da işaret eden bu kavram, Kadıköy’den değil ama kendi güvenli sularımdan çıkmaya beni ve ailemi hazırladı. Önce Kınalıada’da bir ev kiraladık, bu yeni bir başlangıç için çıkışa dair ilk adımdı. Eylül ayındaysa tamamen hislerimizin doğrultusunda gelişen bir başka adım Muğla’ya taşınmamıza neden oldu. Muğla’nın Saburhane adındaki eski mahallesinde bir ev tuttuk. Güvenli sulardan uzaklaşmaya bu defa doğalgaz, kanalizasyon gibi konfor unsurlarından feragat da eklendi. Artık sabahları soba yakmak ve bulaşık yıkayabilmek için güğümde su ısıtmak gerekiyordu. Iphone 7 çıktığında yaşam koşullarımız hayli iptidai hale gelmişti.

Kınalıada’da bir sokak görünümü

Öyleyse şimdi bizi geleceğe ilerleten, hikayemin akışını etkileyen motivasyon kaynağı neydi? Şimdi ne olacaktı? Geçmiş geleceğe evirilirken hangi yolları izleyecekti? Değişim ve dönüşüm sözcükleri arasındaki farkı, devrim ve evrim sözcükleri arasında da görmek mümkün. Değişim, devrim eskinin yerine yeniyi koyarak, eskiyi bir kenara bırakıp yeni olana itibar gösterirken; dönüşüm ya da evrim eski olanı da dâhil ederek bir yeni tasarlar. Elbette bu geçmişi yok saymaktan daha güç bir durum. Zaman zaman çevreden devrimci idealler uğruna kurulan hayalleri dinlerim. Bir başka şehre taşınmak, bir başka iş koluna geçmek, bir başka ilişkiye yönelmek gibi yenilenme arzuları ağızlardan dökülür. Değiştirilmek istenen geçmişin son günü şimdidir, yeni başlangıcın ise ilk günü yine şimdidir yani karar anı. Geçmişin yüklü enerjisi radikal bir karar ile sonlandırılıp yeni bir boşluk üretilmek istenir. Oysa geçmiş bugünle sonlanırken gelecek neyle sonlanabilir? Yani geçmişin üstüne örteceğimiz yeninin ömrü nedir? Yeni bir şehre taşınacağım ama ölene dek mi? Yeni bir ilişki ölüm bizi ayırana dek mi sürecek? Ya da yeni giriştiğim bu iş koluna kendimi adayabilecek ve son nefesimi verene kadar bu iş kolunda mı hizmet sunacağım? Sanıyorum burada bir yanılsama çift yönlü olarak kararlılığımızı etkilemekte. Geleceğe ömür biçemiyoruz, geçmişe ömür biçmek daha kolayımıza geliyor.  Sonlu bir dünyada sonsuz olsun istiyoruz. Her kahraman, içinden sıyrıldığı mitolojilerle biraz tanrılarla boy ölçüşmeye eğilimli.

Kendi içimizde sayısız alternatifleri barındıran hikâyelerimizi ve buna dair kahramanlıklarımızı ancak bir son, Exodus ile anlayabiliyoruz. O yüzden yeninin de bir gün eski olacağını, eskinin bir zamanlar yeni olduğunu hatırlamak gerekir. Kanıksadığımız gerçeklik bizi güvende hissettirse de bu kanıksama ve kendini dış hikâyeyle özdeşleştirme yanılsamalarla dolu. Heyecan duyduğumuz şeyler bu kanıksama sayesinde bizi heyecanlandırmamaya başlayabilir.  Ya da aşırı heyecanlandırıp içsel hikâyemizin gerçekliğini sorgulatabilir. Eşim, evim, işim benim her şeyim dediğimiz günler bir gün gelip de hissetmeden tasarruf ettiğimiz gelişigüzel sevgi sözcüklerine dönüşebilir. İçi boşalmış tanımlamalar, bırakıp gitmeye dair hezeyanlar, kararsız devrimler, kalkışmalar ve eskinin yükü altında pişen ümitsizlikler… Yeni bir son daha!

Güzel bir an yaşadığımızda bu an geçmesin isteriz. O güzel anın ardından gelen herhangi bir olumsuzluk nasıl da unutturur bize o güzel anı da. Çaresizlik sarar hikâyemizi, istediğimiz gibi gitmeyen her şey bir bir önümüzde sıralanır. Bu olumsuzluklar geçecek ve yerine güzel günler gelecek desek de içimizde bulamayız kahramanın cesaretini. İşte böyle bir günde biraz ölürüz. Azar azar ölerek ya da arkadaşımın yaptığı gibi birden ölerek ümitsizliğimizi tescilleriz. Yaşamaya dair bir kıvılcım bulamayız, artık ateş sönmüş, küllerin isli kokusu kalmış geriye. O ateşe her şeyden çok ihtiyacımız varken bunu kabullenmek çok zordur. Yanmıyor, yanmayacak, bu imkânsız sözcükleri yükselir içimizden. Eski sorunlar bilindik çözümlerle giderilemez. Şimdi tekrar ateş yakmak istiyorsak önce külleri temizleme zamanıdır. Yanmış, bitmiş olanları ayıklayıp yeni yakacak hikâyeler toplama zamanıdır. Bugüne kadar çalıştığımız iş karnımızı doyurmuş, hizmet ettiğimiz kalbimizi doyurmuş, ev bizim için korunaklı bir liman olmuştur. Bizi yaşamda tutan tüm geçmiş nimetlere sevgiyle ve minnetle, iyisiyle kötüsüyle ruhumuzda yer vermedikçe yeni bir ateşi yakma ümidini bulamayız. Boşuna ümitlenmek ya da ümidi tümden kaybetmek arasında bir yanılsama farkındalığın yerini alır. Ateşin sönmesine neden olan unsurları göremeyiz. Yeni bir ateşi yakacak unsurları göremeyiz. Gözümüzün önündeki yeni hikâyeyi göremeyiz. Aklımızın kanıksama ihtiyacı farkındalığımızı elimizden alır. Bir kediye bile şaşıran çocuk yerini aksi ihtiyara bırakır.

Muğla’da bir sokak

Şimdi Muğla’dayız, yaşamını kendi elleriyle sonlandıran arkadaşımın memleketinde. O’na Kadıköy’ün bilindik döngüsünden çıkıp Muğla’ya gitmesini ve orada yeni hikâyeler bulup ateşini yakmasını tavsiye etme şansım kalmadı. O’nu minnetle anıyorum. Kendi trajedisi ile içimdeki cesareti uyandırmama yardımcı oldu. Bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Çünkü ileride sizi neyin beklediğini bilmeden öylece merakla ilerlemenin yaşama da söz hakkı tanımak olduğuna inanıyorum. Nitekim hiçbir ateş oksijen olmadan yanmaz. Bize oksijeni sağlayan yaşama yeni hikâyeler getirmek bizim görevimiz. Eğer başarısız olursak bu başarısızlıklar bize daha güzel bir ateş için ilham olsunlar. Ümidimizi aklımızın tasarladığı tek bir pembe hayalle sınırlandırmayalım. Bugüne kadar bizi ısıtan tüm o hikâyelere teşekkür edip kolları sıvayalım ve tekrar deneyelim.

Muğla Akbük’te bir koy

Joseph Campbell’ın Kahramanın Sonsuz Yolculuğu adlı eserinde “Balina’nın Karnı” dediği yerde kahraman hikayesinin dehlizlerinde kaybolmuş, artık elinden hiçbir şeyin gelmeyeceği yerde. İşte bilinçdışından ya da o güne kadar sürdürdüğü mitolojisinden alacağı güç de bu çaresizlikte yatar. Daha büyük bir maceraya, kahramanı nihayi kahramanlığına itecek olan bu sıkışmışlık; bir ölme ve dirilme anı, eskinin güvenli mecrası yerine yeninin macera daveti. Bir farkındalık ışıltısı. Ne gayret edebildiğin ne rahatlayıp dinlenebildiğin en karanlık gecede ışıldayan yıldız tanesi. Zaten orada olan bilgeliğin açığa çıkışına izin verdiğimiz bir an. Kasılmış, kayalaşmış zihnimizin arasından sıyrılan öncelerde ekilmiş bir tohum. Ölüme de yaşama da direnen eski hikayenin kırılan kabuğu ve doğum. Doğuma direnmedikçe kendini bırakan bir serbest akış.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir