“Kendine usta diyebilmen için; önce ustanı geçeceksin sonra seni geçecek bir öğrenci yetiştireceksin.”
Uzun zaman olmuştu. Son Dördün rüyaları görmem pek… Ay Son Dördünde, ben bir gecelik zorunlu misafirlikte, evden bozma otelin fazla sessizliğinden, kibarlığın fazlasının mesafesinden de yorulmuş günü bitiriyordum, seminer geri bildirimlerini incelerken zihnim gece kalmana gerek yoktu diye geveliyor, elimdeki kağıtların arasından yere kurşun kalemler düşüyor, birkaç tane birkaç saniyede…
Hafızamdan şiddetle bir anıyı getiriyor kalemler… Son karşılaşmamızda defterleri arasından kalemler yuvarlanmıştı… Gitmesine az kalmıştı, her anında ağırbaşlı idi, hiç savrulduğunu görmediğim nadir insanlardandı. Birkaç tane Ustam Üstadım olmuştu, rehberlerim, yoldaşlarım olmuştu, O başka türlü, kasırga gibiydi. ben de zordum neden hızlı hızlı yürürken birden durduğumu, neden kalabalıkta yavaş yürüdüğümü, korkumun kokusunu, konsantrasyonun neden bu kadar zor olduğunu anlamakta zorlanırdım. Sonra sormaktan vazgeçtim yaşadım sadece… İki senede ruhumun bütün dehlizlerini gezdim, bütün mazeretlerime ötenazi uyguladı Usta… Geceyi kokluyorum, gözlerim yanıyor. En son dedikleri geçiyor hafızamdan, yoruluyorum, bedenim çöküyor. Uyku hemen buyur edilmesi gereken kıymetli misafirim… Işığı kapatıp uzanıyorum. Yatağı kokluyorum, sağa sola dönüyorum, yerleşiyorum. Zihnim ışığını kapatan odaya oturuyor, hafızam sakinliyor. Gözlerim yaşarıyor, uykunun içinde kendi gözyaşımı hissediyorum, yanıyor gözlerim… Gecenin diyecekleri ne ağır… Koyu renklerin içinden kendimi bir mağaranın önünde içeride yanan lavlara bakarken buluyorum. Lavlar bana kızgın ben lavlara kızgınım, lavların içinde devasal bir homurtu, bu canavarı ne zaman besledim büyüttüm, gölgem haddini aşmış, yakalamış damarını bulmuş… Kimsin diye sormayacağım, benim zaten, bütün duyularımda canlı hissediyorum. Derken “kendinle de savaşacaksın üstelik bir defa değil demiştim” diyor rüyanın sesi…
Sırtımda heybetinden hissediyorum gelişini… Usta… Merhaba diyecek zamanın yok, zaman kalmamış belli… Titan, Nefilim, Chronos, Zeus… Sevgili kişisel bilinçdışının Satürnyen arketipleri… Rüyanın sesi Hazır mısın? diyor. Kendimi boğazlamaya? Lavlara atlamaya? Nereden bileceğim ki? Hep ejderha idi, ilk defa lavlara atlayacağım… Usta “Çarpışmak zorundasın” diyor, iç sesimle… Hiç bir şeyim yok, hiçbir silahım yok ki diyorum. Arkamda ve yüzünü görmüyorum ama gülümsüyor, eğer o imgenin zihni olsaydı “hep itiraz edersin zaten önce” derdi. Ederdim tabii 25 yaşındaydım. Zaman kazanmıyorum bu dialogtan…
Ellerimi uzatıyor rüya öne doğru… Ellerimde çift bıçaklı bir samuray kılıcı beliriyor, çok maskülen, bunu planlamış olmalıyım, yine itiraz ediyorum, ikinci itirazdan sonra çok hakkım kalmayacak çünkü mağaradan lav ve alev yükseliyor bir çeşit gökgürültüsü gibi bir çığlıkla… Ne gürültülüsün kendini göstermen lazım haklısın… Kararıyor rüya…
Ellerimin arasında bir mızrak beliriyor… Persona değişiyor, mızrağım gümüşten… Ateşin sudan suyun ateşten geçtiği olmuştur ve yanacağı ve söneceği zamanlar gelmiş içimde… Usta şimdi arkamda daha devleşmiş gibi, birden çeliğin soğukluğunu ensemde hissediyorum, dönüp bakamam, boynumdan iki kıvılcım iki yıldırım geçiyor, hızla,boynumu iki defa vuruyor, kılıcın mavisi yansıyor, kılıcın çift ucunu görüyorum rüyanın sesi sesleniyor “Senin sahibin Zülfikar” kılıç havada…
Zihnim “yamaç paraşütü yaparken koştuğun gibi koş” diyor, tabii eğlen sen benimle egom! Ellerimdeki mızrağın gümüşü iki ucunda kor alevlere dönüşmüş, ellerim yanmıyor, hazırsın diyor ben koşmaya başlarken Usta… Kayalar tozlaşıyor toz duman kayadan bir dev çöküyor dağ yıkılıyor arkamda, biliyorum veda ediyoruz artık… Savaşacağım, savaşarak öleceğim cehennemin dibinde kendi canavarımla… Koşuyorum, ölmekten değil, ölüm geldiğinde tenden canı çekerken duyacağım acıdan korkmuşumdur hep… Koşuyorum, atlıyorum kuyuya lavlara, mızrağı kendi canavarıma saplıyorum… Kendi acımda, kendi etimde Mavi bir ışığa dönüyor her şey…
Uyanıyorum, öksürerek… Nerdeyim? Burası neresi? Ellerim sızlıyor, perdeler aralık, o da loş, saati telefonu arıyorum, masanın yanındaki komidine çarparak… Sekiz Saniye falan değil birkaç saat geçmiş. Kalkıp yüzümü yıkıyorum el aynası ile banyodaki ayna arasından boynuma bakıyorum, doğum izi dışında bir şey yok henüz… Yıllarca çitilediler boynumu, Anneannem ne uğraşırdı. Peki diyorum kendime bir işaret olsa? …Sabah dört meteor mu düşsün?… Gözlerim kıpkırmızı… Artık uyumam ki… Bahçeye çıkayım diyorum, aşağıya iniyorum. Otelde muhtemelen mutfak görevlisi bir Teyze ile karşılaşıyorum. “Uyuyamadınız mı Zeynep Hanım?” erkencisiniz diyor gülümseyerek… Birkaç dakika sonra bahçedeyim, serin Mayıs Sonu, ölümlere doğumlara gebe bir Haziran var önümüzde… Teyze çayları getiriyor, radyoyu açıyor, çay boğazımdan akmıyor, ozanın sazında Muhyiddin Abdal sabahın seherinde yerde gökte söylüyor“Sahip Zülfikar”… Hırkayı çekiştiriyorum üzerimde, ısırıyorum dudaklarımı… Istanbul’ a dönüş, yolculukta cin gibiyim, bir heyacan var içimde… İki cevapsız arama var. Geri arıyorum. İlki çok sevdiğim bir öğrencim, birkaç yıldır beraber adımlıyoruz, yeni bir yaşam kuracak kendisi için… Kimi kimsesi yok, çoğu zaman… Hal hatır faslından sonra “Zeynep Hocam ben hazırım” diyor, siz elinizi çekmeyin yan yana yürüyelim. İliklerimde hissediyorum bir şey değişiyor… İkinci numara tanımadığım bir numara… Ürküyorum aramaya… Saatler geçiyor. Bir sms geliyor, “Zeynep kütüphaneyi toplarken Üstadın notları arasında sana yazılmış bir defter bulduk, beraber başladığınız bir defter, senin tamamlayacağını yazmış Üstad… Çok zaman geçmiş ama garip bir not yazmış notu da kitabı da Arif Ağabey’e bıraktım, lütfen al”
Koşa koşa gidiyorum, 1.5 saat sonra sırtımda sırt çantası ile nefes nefese Arif Amca’dayım. Trafiğin şahanesine yakalanmışım. Arif Amca çay iç diyor üç çaydan sonra defteri notu veriyor, sonra işi bahane ediyor, sen otur burada diyor, Aktar Arif Amca… Vitrinden sepetlerden alıp çıkarıyor bir şeyleri, göz uzuyla bana bakıyor, ben… başka yerdeyim, gözlerim yanıyor, burnum sızlıyor…
Defterde semboller, huruflar, olağandışı haller ile ilgili notlar var, arada beyaz bir kağıt, siyah kalemle yazılmış, aralardan seçiyorum kelimeleri gözlerimden akanlar boynumdan süzülüyor, Göbeklitepe’ den, saçlarımdan boynumdan bahsediyor, şimşeklerden, yıldırımlardan… Sanki kendi sesini işlemiş kelimelere;
“Ustalık hüneri gölgenin canavar olduğu gün görünür yolda olana, kendinle kanla, ateşle ve öldüresiye savaştığın gün ustasın, aydınlığın güçlendikçe karanlık bileyler hırsını hatırla! Kılıç hem kınındadır, hem başının üzerindedir doğrundur, hem yolundur, hem sahibindir hiç unutma“ Boynuna iz bıraktık şimşekten, herkes besler canavarını biraz senin korkunda kimisinde kibirde bak etrafına zulümlerine dillerine hırslarına bak!” Biraz savaşmak zamanı topla o güzel saçlarını… Artık sorma ne zaman bilirim diye… Uzun zaman olmuştu…”
…
“Ustalık hüneri gölgenin canavar olduğu gün görünür yolda olana, kendinle kanla, ateşle ve öldüresiye savaştığın gün ustasın, aydınlığın güçlendikçe karanlık bileyler hırsını hatırla! Kılıç hem kınındadır, hem başının üzerindedir doğrundur, hem yolundur, hem sahibindir hiç unutma“ Boynuna iz bıraktık şimşekten, herkes besler canavarını biraz senin korkunda kimisinde kibirde bak etrafına zulümlerine dillerine hırslarına bak!” Biraz savaşmak zamanı topla o güzel saçlarını… Artık sorma ne zaman bilirim diye… Uzun zaman olmuştu…”