Hayat; hepimizin yerine, her an – an içinde, sessizlikte konuşur. Ve aslında tekrardan söze dökülesi, hiçbir şey de yoktur. İhtişamı göremez insan – cahildir ve duyamaz şiiri… Güzellikle nutkunun tutulacağı ana dek, konuşur ha konuşur. Göremediği şudur ki, her açıklaması şiiri öldürür. Çırpınır insan kelimelerle ve gönlündeki duru suyu bulandırır.
Söz, sükûnetle ne yapacağını bilemeyenlerin, kendinde zehirlenmişlerin sığınağıdır çoğu zaman. Ama değil mi ki insanız ve gürültülü yalnızlığımızda tutsağız; dünden de yarından da gelse; tanıdık sözlere muhtacız.
Konuşarak sessizliğinde barınan masumiyetinin izlerini sürer insan ve konuştukça daha da uzaklaşır aradığı, insandan. Yalancılarla dolu bir dünyadır bu ve ‘her konuşan’ yalan söyler aslında. Çünkü su sesi, insanın susuzluğunu gideremez ve anlatmak, ne kadar işaret etse de sözün özündeki anlayışı örter.
Sözlerle şansını dener ve haddini aşar insan yine de; kendi sesinde, kendi hikâyelerinde, kendinden ötedekini arar. Hem arada bir haddini aşmak ve kendi duvarlarına çarpmak; haddini hiç aşmamaktan ve duvarların nerede olduğunu hiç bilmemekten evlâdır belki de… Hem değil mi ki hayatın özü belirsizliktir, hangi söz kime nasıl ulaşır ve kim, neyi duyar, neyi duyamaz – onu kimse bilemez…
Konuşmak; anlatmaktan ziyade kendini anlamak içindir ve anlatma çabasındaki insan, kendini de Dünyayı da anlamaya uzak kalır. Diyeceğim o ki, az konuşan, çok anlatır. Her cümlesini, dile dökülmeden evvel tekrar duyabilse insan; “hangi kelimeler gereksiz oldu” diye bakıp fazlalıkları bir bir atabilse bir süre sonra ya susacak ya da gerçekten konuşacaktır. Gerçekten konuşanların sözü; gerçekten susanların ise bizatihi kendisi şiirdir.
Nihayetinde insan, yerli yersiz epeyce konuşur ve son söz, daima hayata kalır.
Güzellik, ilkin sözü bitirir. Sonra bitti denilen söz, haykırış olarak geri gelir. Sözün gidişi ve gelişi arasındaki boşluk, yeni güzellikler yaratmak için gerekli olan şeydir. Sözün bittiği yer, yaşamın yeni bir deneyime gebe olduğu yerdir. Doğum, acı ve sevinç iç içe, çığlık çığlığa gelir. Misal taş atarlar başına, sen gül dikerken bazen ve o taşlar güzelliğinin nişanesidir.
Sessizlik, en büyük çığlıktır ve çığlık, en derin sessizliktir… Çığlık; yokluktan önceki, son varlık işaretidir. Sessizliği yurt edinenin sözü, coşkun bir çığlıktır ve o çığlık, kendi gürültüsünde kaybolmuşların sancısını, feraha taşır.
Çoğu insanın görünürdeki sessizliği ise pis bir zehirdir; içerdeki yaşamdan yana olan çığlığı susturma çabasıdır; hayattan ve kendinden kaçıştır. Oysa kapısını açmalı insan zaman zaman ve dökmeli içerdekileri. Biri sesini duysun diye de değil – bir sesi olduğunu hatırlasın diye… İçerde çağlamak isteyen bir kaynak varken onu susturmak, kendine karşı zalim olmaktır çünkü. Hem insan her neyi susturmaya çalışıyorsa onun bir şekilde daha çok bağırdığını görecektir. Kelimeler acımızı almadığı için susuyorsak suskunluğumuz acımızı dağlayacak demektir. O yüzden sözü olanı susturmaya kalkmak yerine; duyduğuyla yaşamayı öğrenmelidir insan. Ruhunda kavga olan kim sulh edebilir ki?
Susarak yeniden masumiyete döner yüzünü insan. Susmak, konuşarak haddini aşma hakkını kullanmış birinin, haddini yeniden bilmesidir. O yüzden kimileri suskundur ve önüne geçilemeyen bir çağlayandır o suskunluk… Çünkü onlar kendi seslerini geri kazanmışlardır. Onlar bilir ki, susmak; duyulabilir olmaktan ziyade duyabilir olmak içindir.
Sustum; zaman öldü.
Zaman öldü; ben sustum.