Yatak Odasında Felsefe: Çiftdüşün

İçimizde yeterince kötülük yok mu ki, bireyden/toplumdan/doğadan gelen kötülüklere üzülelim? Madem bir akış var doğanın düzeninde ve sıkça akışa uymamız söylenmekte, “Doğanın bize verdiği bu bir parça duyarlılığı bölüp parçalamayalım: Böyle yaparsak bu duyarlılığı yaymak yerine yok etmiş oluruz.”

Düşünebilmek madem ki insana özgü bir yetenek;  bir şeylere kafa yormaktan korkmayalım. Düşünmek, yani olduğu gibi kabul etmemek değil mi ya da farkına varmak. Tek/dar bir çerçeveden mi bakmaktayız hayata? Çoklu düşünmek; sabit fikirli olmamak, diğer görüşlere de açık olmak, her yönden düşünebilmek değil belki ama her yönden bakabilmek, gösterileni anlayabilmek, algılayabilmek, paylaşabilmek! “1984” romanında, George Orwell’in “çiftdüşün”ü; “savaşı barışa, köleliği özgürlüğe, sevgiyi nefrete, bilgisizliği kuvvete” tutan karamsarlığının yarattığı çiftdüşün kavramını olumlamak amacı ile Marquis de Sade’ın, “Yatak Odasında Felsefe” novellasını bir kez daha okursak ne değişecek? Yeni doğrular mı yaratacağız? Ve artık o doğruları ölümüne savunacak mıyız? Tabii ki hayır! Sadece yazarak düşüneceğiz.

“Felsefi düşünceler içinden yalnızca kötü olanları çekip almayı bilen, her şeyin ahlakını bozabildiği bu kişilere yazıklar olsun!” der,  Marquis de Sade, “Yatak Odasında Felsefe” isimli novellasında. Metnin diline bakıp  yapılan betimlemeler yüzeysel okunduğunda, salt yazılı bir pornografik yapıt karşısında olduğu yanılgısını yaşar okur. Dvd’lerin, internetin, sinemanın, fotoğrafın olmadığı bir yüzyılda, insanların cinsel güdülerini dürten basit bir porno mudur, “Yatak Odasında Felsefe” metni?  Yanıt yine, Marquis de Sade’ın cümleleri arasındadır:

“İnsan nedir? Onunla diğer bitkiler arasındaki fark nedir? Onunla doğadaki tüm diğer hayvanlar arasındaki fark nedir? Kesinlikle hiç fark yoktur. İnsan da onlar gibi bu yerkürenin üzerine rastlantı sonucu yerleştirilmiştir, onlar gibi doğmuştur; onlar gibi ürer, çoğalır ve azalır; onlar gibi yaşlanır ve onlar gibi doğanın her hayvan türüne biçtiği sürenin sonunda, organlarının yapısı nedeniyle hiçliğin içine düşer. Benzerlikler bu kadar doğruysa, filozofun incelemeci gözünün herhangi bir farklılık görmesi de o ölçüde olanaksızdır. “

Olanaklı kılabilmek adına yapılması gereken de, felsefi düşüncelerin içinden ne salt iyiyi, ne de salt kötüyü almalıyız (manavdan elma mı seçiyoruz?); yapılması gereken, çoklu düşünce sistemini, yine kendi bireyselliğimiz içinde kurabilme cesaretini gösterebilmemizdir.

İçimizde yeterince kötülük yok mu ki, bireyden/toplumdan/doğadan gelen kötülüklere üzülelim? Madem bir akış var doğanın düzeninde ve sıkça akışa uymamız söylenmekte, “Doğanın bize verdiği bu bir parça duyarlılığı bölüp parçalamayalım: Böyle yaparsak bu duyarlılığı yaymak yerine yok etmiş oluruz.” Bu duyarlılığı öven  Marquis de Sade’ye anlamaya çalışalım. Akış/uyum adı altında köleliğe övgü düzenlerin karşısında ise asla eğilip bükülmeyelim.

“Her zaman kötülük yapılamaz. Kötülük yapmanın verdiği zevkten yoksun kaldığımızda, en azından asla iyilik yapmamanın, iğneleyici, küçük kötülüğüyle bu durumu dengeleyelim.”

Marquis de Sade, kötülükten, gaddarlıktan sıkça söz ediyor ama gerçekten hepimizin elinde kırbaç bulunduran bir zorbaya mı dönüşmemizi istemekte? Doğaya uyum ve mutluluğun sırrı kötülükte mi yatmakta? Kötü nedir ve neye göredir? İyilikten neden nefret edilir, bir iyilikle gelen sevgiden insan nasıl mutluluk duymaz? Vicdanın en ufak bir kırıntısı yok mudur? Dolmance bu soruya, soruyla karşılık verir: “Hiçbir şeyi suç görmeyen birinin ruhunda, vicdan azabı olabilir mi? Hiçbir şeyin kötü olmadığına inanıyorsanız, hangi kötülükten dolayı pişman olabilirsiniz?” Ya da, “Acımasızlık, bir ahlâk bozuklu olmanın ötesinde, doğanın bize nakşettiği ilk yasadır. (…) Yasalarınızı, cezalarınızı, geleneklerinizi ortadan kaldırın, acımasızlığın tehlikeli hiçbir etkisi kalmaz.” (Dolmancé, s.78)

Diyaloglardan oluşan “Yatak Odasında Felsefe”de, Eugenie isimli tecrübesiz bir genç kıza şehvet oyunları hakkında verilen dersler anlatır. Bekaretin herkes tarafından ahlakın kanıtı olarak görüldüğü bir dünyada Sade, karakterlerine tam tersini söyletir.  Şehveti dizginleme çabası doğaya küfür etmektir ona göre. “Yatak Odasında Felsefe”yi inançsız hovardalara ithaf eder ve ilk satırlarında şöyle der: “Bilumum yaş ve cinsiyetten şehvetperestler, bu kitabı yalnızca sizlere armağan ediyorum. Bu kitaptaki ilkelerle beslenin, sizin tutkularınızın destekçisidir onlar. Sevimsiz, duygusuz, kişiliksiz ve dalkavuk ahlakçıların sizi korkuttukları bu duygular, doğanın insanı eriştirmek istediği yere ulaştırmada kullandığı araçlardan başka bir şey değildir. Tadına doyum olmaz bu tutkulardan başkasına kulak vermeyin… Hayali bir erdemin ve tiksinti verici bir dinin tehlikeli ve saçma sapan bağları içinde uzun zamandır kapalı tutulan genç kızlar; cesur Eugenie’yi taklit edin.”

“Yatak Odasında Felsefe” bir liberten’in manifestosunu da içeren  yedi diyalogtan oluşmakta. Bir liberten, toplumun büyük kesmi tarafından kabul görmüş ahlak ve davranış şekillerini reddeder. Algılar arayıcılığıyla deneyimlenen fiziksel zevklerin peşinden koşar. Kitap bu libertenlere, inançsız hovardalara, sehvetperestlere öğütlerle başlar. Bu öğütlerde, kadınları mutluluğa götüren sesler, duygusuz ve hovarda ahlakçıların korkuttukları tutkular ve zevklerde gizlidir. Şehvetin hazırladığı çiçekli yolların tümünden geçmek isteyen erkeklerin, diyaloglardaki en dominant karakter Dolmance kadar ileri gitmesi gerekir. Diyaloglarda, toplumca ahlakdışı kabul edilen eylemler doğaya sığınılarak normalleştirilmeye çalışılır. Koyulan yasalar kişinin mutluluğu için değil, toplumun çoğunluğunun mutluluğu içindir, her birey için ayrı yasaların koyulmasının imkansızlığı, toplum kurallarını gerektirmiştir.  Kurallar çoğaldıkça ve özgürlüğü kısıtlayan frenlere daha fazla basıldıkça suçlar artmaktadır. Oysa ne kadar az kural olursa, o kadar az suç olacaktır.

27 yaşlarındaki Madame de Saint-Ange, genç ve bakire Eugénie’ne libertenlik eğitimi vermek üzere evine çağırır. Eugene, ahlak değerlerine sonuna kadar bağlı bir annenin kızıdır.  36 yaşında, tanrıtanımaz, sadomazoşist, biseksüel bir liberten olan Dolmance, aralarına katılır. Doğanın bahşettiği her türlü özgürlükle gelen ahlaksızlığın erdemini Eugene’e anlatan  eğitmen, Madame de Saint-Ange’ın 20 yaşındaki kardeşi Şövalye de, bir süre sonra aralarına katılır. Madame de Saint-Ange 18 – 20 yaşlarındaki bahçıvan  Augustin’i de diyalogların geçtiği, yatak odasına çağırır. 

Bütün bu pozisyonların ve sevişmelerin arasındaki dinlenme molalarında, Dolmance, siyasetteki birçok konuya da değinir. Ahlakın yaratıcılığı öldürdüğünü, ahlaksızlığınsa insanı özgürlüğün derinliğinde, yaratıcılığının en uç noktalarına getireceğini anlatırken, okur karanlığın derinliklerinde, tabuların yıkıldığı, algıların tamamen paramparça edildiği bir dünyaya ile tanışır. Tanrıtanımazlık, bir libertenin olmazsa olmazıdır, katolik kilisesine, dine, her türlü dogmaya küfürler eşliğinde, ahlaksızlık ve suç yüceltilir. Aslında suç yoktur, kötülük diye bir şey de yoktur, suç denen şey doğanın içinden yeşermis, insanlık tarihinin başından beri gözlemlenen zina, ensest, eşcinsellik, zevklerin peşinden koşma, sodomi hep var olmuştur ve doğa için bunların önemi yoktur. İnsanlar olmasa bile doğa bizsiz var olmaya devam edecektir. Tuhaf olarak görülen bu alışkanlıklar, kilisenin baskısıyla insanların zihinlerinde zararlı olarak gösterilmiş zevklerdir. Dolmance, Eugenie’e verdiği eğitim sırasında şöyle der; “Dünyada hiçbir şeyde suç yoktur. Bir başkasına zarar vererek kişiye hizmet eden şeyin suç olması için, zarar görmüş kişinin, doğa için hizmet gören kişiden daha değerli olduğunun kanıtlanması gerekir: Oysa, doğanın gözünde tüm bireyler eşit olduğundan, bu tercih imkansızdır; dolayısıyla, bir kişiye zarar vererek bir diğerine hizmet eden eylem karşısında doğa tamamen ilgisizdir.”

Sade, kendi çağının yalnız adamıdır. Aristokrat olmasına rağmen kendi sınıfından her zaman nefret eder. Yükselen burjuvaziye şüpheyle bakar. İktidarı ele geçiren sınıfın baskıcı bir kimliğe büründüğünü kendi gözleriyle görür. Halka karşı ise her zaman uzaktır. İnsanların geleneksel ahlak anlayışından tiksinir. Sade bu yüzden bir eline kalemi bir eline de kırbacı alıp, ikisiyle de aynı hedefe vurur. Ortaçağ ahlakı, 1500 yıllık Hıristiyanlık gelenekleri, tabular, yasaklar, iktidar sahibi aristokrasinin kokuşmuşluğu, din adamlarının sahte vaatleri, tüm bunlara kanan halkın aptallığı. Sade topluma karşı giriştiği savaşımda kendine müttefik olarak sadece doğayı görür. Sadece ona güvenir. Doğanın düzenlemelerinin insanlarca değiştirilmeye çalışılmasına katlanamaz. Zindanlarda kaldığı uzun yıllar boyunca varoluşunun tek ifade biçimi olarak yazma edimi olmasaydı, Sade, tarihe en iyi ihtimalle şehvet düşkünü sapkın biri olarak geçecekti.

Willihelm Reich, ‘’Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’’ adlı kitabında buyurgan aileyi; “düşünceyi üreten en dolaysız, en önemli hücre olup çıkmaktadır; o, gerici öğretiyle gerici zihinsel yapıyı üreten fabrikadır. Bundan ötürü, her gerici eğitim siyaseti programının başına”ailenin korunması’’nı, kalabalık buyurgan ailenin korunmasını oturtur,’’ diye yazarken; Marquis de Sade, “Bir kızın anasının karnından çıkar çıkmaz ebeveynlerinin istencinin kurbanı olması gerektiğini, son nefesine kadar böyle kalması gerektiğini söylemek saçma olur. İnsan haklarının ve kapsamının bunca özenle derinleştirildiği bir çağda genç kızlar ailelerinin kölesi olduklarına inanmak zorunda değillerdir, bu ailelerin onlar üzerindeki nüfuzu kesinlikle boş bir kuruntudur. Böyle ilginç bir konuda doğayı dinleyelim, doğaya çok daha yakın olan hayvanların yasaları bize bir an için örnek olsun. Hayvanlarda ebeveynlik görevleri ilk fiziksel ihtiyaçların ötesine uzanır mı hiç?” diye sorarken, pek de “aile kurumu”nun korunmasından söz ettiği söylenemez.

Sartre’e , varoluşçuluğu, “insanın önceden belirlenmiş özü (kaderi) yoktur. Bu özü verecek bir güç (Yaratıcı) de yoktur. Bu durumda insan tamamen özgürdür. Özgür insan, özünü ve değerlerini de kendi oluşturacaktır. O ne olmak istiyorsa o olacaktır. Ahlaki bakımdan da davranışları bir güç tarafından belirlenmemiş olan insan, kendi ahlaki değerlerini kendi oluşturacaktır. Bu ahlaki değerleri oluşturma herkesi kapsayabilecek bir ahlak anlayışı değildir. Yani evrensel ahlak anlayışı yoktur,” diyerek kuramını duyururken; “Her halk kendi dininin en iyisi olduğunu ileri sürer ve ikna etmek için de yalnızca birbirleriyle uyumsuz olmakla kalmayan, neredeyse hepsi de çelişik olan sayısız kanıta dayanır. İçinde bulunduğumuz derin cehalette, bir Tanrı’nın varlığını varsayarsak, hangi din Tanrı’nın hoşuna gidebilir? Eğer aklı başında insanlarsak ya bunların hepsini korumalıyız ya da hepsini yasaklamalıyız; onları yasaklamak kesinlikle en emin yoldur, çünkü hepsinin şaklabanlık olduğuna ahlâki olarak inanıyoruz ve var olmayan bir Tanrı’yı hiçbir din memnun edemez,” cümlelerini, Marquis de Sade, birkaç yüz yıl önceden çoktan yazmıştır bile.

Demek istediğim; Willihelm Reich,  Sartre, Nietzsche gibi felsefecilerin düşünce dünyaları, Marquis de Sade’dan beslenmiştir. Adolf Hitler’in, eziyetsever yapısı, Yahudi düşmanlığı, ari ırk kavramlarının da Sade dayandığını söyleyebiliriz. George Orwell’in “çiftdüşün” kavramı işte tam da burada ortaya çıkmakta; hayata tek/ dar bir çerçevenin açısından bakanlar tarafından, Marquis de Sade, insanlık düşmanı ya da insanlığa yararlı bir düşünür ilan edilebilir. Bakış açınız nedir? Sorgulama cesaretiniz var mı?

Marquis de Sade:

KATE WINSLET & GEOFFREY RUSH QUILLS (2000)

1740 yılında aristokrat bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelir. Küçük yaşta bir Cizvit okuluna verilir. Sonra da askeri okula devam eder. Dinsel ve askeri disiplin tüm eğitim hayatına damgasını vurur. Otoriteyle, yerleşik ahlak kalıplarıyla ve dogmalarla meselesi hiç şüphesiz kişiliğinin oluştuğu bu yıllarda başlar. Yirmi üç  yaşındayken ailesinin uygun bulduğu soylu bir kadınla evlenir. Hayatının bu aşamasına kadar her şey normaldir. Adında “de” bağlacı olan bir Fransız soylusu olarak, kendinden beklenenleri sırasıyla yerine getirmiştir. Önce dini bir eğitim, sonra orduya hizmet, ardından aile mülkiyetini tehlikeye atmayacak sınıfsal bir evlilik! Daha sonra Sade’ın  ani değişiminin nedeni olarak kendine dayatılan bu rollere karşı çıkış yapması olasıdır. Sade’ın ruhundaki iktidar arsızı, sadece hükmü altındakilerin edilginliğiyle tatmin olur.

Şatosuna devamlı olarak fahişeler, hizmetçiler, dilenciler alır. Onlarla tuhaf oyunlar oynar. Sade’ın yatak odasında şiddet vardır. İplere sıkı düğümler atılır. Kırbaçlar havada uçuşur. Kan akar. Çığlıklar yankılanır. Sade karşısındaki bedenleri acımasızca kullanır. Kurbanları acıyı sonuna kadar tadarlar, aşağılanırlar ve birer nesneye dönüşürler. Markinin sadık uşağı da işin içindedir. Efendisi ne emrederse yapar. Kalabalık bir cinsel ayindir söz konusu olan. Kurbanlardan bazıları yaşadıkları gece hakkında kimseyle konuşamazlar. Sokağa çırılçıplak fırlayarak Sade’ın elinden kurtulan bazıları ise soluğu hemen polis merkezinde alırlar. Sade hemen tutuklanır. Toplumsal bir lanetin ortasında bulur kendini. Soylu ailesi utanç içindedir. 1760’lar boyunca defalarca tutuklanır ve mahkum olur. Suçu şehvet dolu gecelerdir.

Hapisten her çıkışında aynı oyunları oynamayı sürdürür. Arandığını öğrenince baştan çıkardığı rahibe/bakire baldızıyla İtalya’ya kaçar. Sonra gizlice Fransa’ya döner. Tekrar tutuklanıp hapse atılır. Bir fırsatını bulup oradan kaçar ve hayatına gizlenerek devam eder. Fakat kimliğini deşifre etmeden duramaz. Her gittiği yerde genç kızlarla bildik maceralarına devam eder. 1778’de tekrar tutsak düşer. Bu sefer aralıksız 12 yıl sürecek hapishane hayatı onu beklemektedir. Sade, ortaçağdan kalma kalelerin zindanlarında yıllar geçirir. 1784’te Paris’e, Bastille nakledilir. Devrime kadar burada kalır. Rejimin simgesi kabul edilen Bastille’in halk tarafından basılması ve sonrasında gelişen olaylar Sade’ı özgürlüğüne kavuşturur. Sade, Jakobenlerin devrimine inanmaz. Nedeni belki de soylu olmasından ileri gelmektedir. Topraklarını ve şatosunu kaybeder. 1791 yılında “Justine” yayınlanır. Tutuklanma korkusundan dolayı bu kitabın yazarı olduğunu inkar eder. Bilinen gerçekse, o satırları Sade’dan başkasının yazamayacağıdır. Yeni yüzyıla girildiğinde Fransa’da bir çok şey değişmeye başlamıştır. Napolyon iktidara yürüyordur. Bir polis aramasında, Sade üstünde el yazmalarıyla yakalanır. 1814 yılında, yetmiş dört yaşındayken akıl hastanesi/hapishane karışımı bir tutsaklıkta ölür.

Kültür Sanat: Bayram SARI

 

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir