“Kendine baktığın zaman, baktığın ‘sen’in sen olmadığını, aslında bu senin zaten var olmadığını tasarlıyorsun. Evet, aslında senin istediğin bu: bir hiç olmak, daha doğrusu hiçbir şey olmamak…”
Ardımda bırakıp, olduğum noktaya geldiğim herhangi bir yol yoktu. Kişisel tarihim, İsa’nın doğumundan önce veya sonrasındaki kronolojiye uymuyordu. Varacağım ve merak ettiğim bir yol hiç yoktu. Şeyler içinde, kendime yaşanabilecek ya da nefes alabileceğim seçenekler sunabiliyordum. Yaşandığı zannedilen zaman dilimlerinde, aforizmalar ve görüntüler ile yeni kurgular yapma özgürlüğüm hep vardı. Evren bendim. Tüysüz bir beyazlığın pembe “ipuçları” hep karanlığa davet ediyordu. Karanlık, çözülmesi gereken ve çözüldükten sonra da yeniden, hep yeniden kurgulanması gereken, salt benim gerçeğimdi.
Jean Paul Sartre’ın, “Özgürlük Yolları” üçlemesinin ilk kitabı “Akıl Çağı”nda, Mercelle sevgilisi Mathieu’ya; “…sende kendini didikleme, kendi kendini öğrenme ihtirası var. Kendi kendinden kurtulmak için yapıyorsun bunu. Kendini seyretmek, kendini teraziye vurmak için: Bu senin en sevdiğin yöntem. Kendine baktığın zaman, baktığın ‘sen’in sen olmadığını, aslında bu senin zaten var olmadığını tasarlıyorsun. Evet, aslında senin istediğin bu: bir hiç olmak, daha doğrusu hiçbir şey olmamak…” diyerek, onun, ne olmak ya da olmamak istediğini öğrenmek için tahrik eder. Mathieu, kendi hakkındaki gerçeği; “Eğer varlığımı kendi egemenliği altına alamazsam, yaşamak çok anlamsız bir şey olur…” diyerek açıklar.
Bir insan varlığını kendi egemenliği altına nasıl alabilir? “Küçük bir çocukken” diye başlayan cümlelerin arkasında neden hep o korkunç etkisi hala süren travmalar vardır? Söyleyeyim: Küçük bir çocukken, ilkokul birinci sınıftaydım ve öğretim döneminin ortalarındaydık; sayfa kenarları ataç kullanmadığımdan dolayı kıvrık defterlerimle, pantolonumun yıpranmışlığı ve arapsabunu kokan tenimle, kendimi kahraman sanacak kadar ahmak, koca kafalı bir kapıcı çocuğuydum.
O gün (herhangi bir gün) “üç şey” oldu. Sonradan travma diye adlandıracaktı ruhun haritasını çizebileceğini iddia eden uzmanlar:
1-Okulda ilk ders. Öğretmenim ödev kontrolü yapmakta. O kadar özenmişim ki, kendimce en güzeli benim yaptığım ödevdi. Uzun boylu ve kızıl saçlı öğretmenimin parfüm kokusu bana yaklaştıkça soluduğum oksijenin yerini almakta. İçim kokusuyla dolmakta ve o kokuya karışmak istemekteyim. Kontrol sırası bizim masaya geldi sonunda. Yarım yapanlara veya hiç yapmayanlara sesini çıkarsa da “Bir daha olmasın ya da daha düzenli çalışmalısın” tarzında öğütler vererek defterlerini imzaladı. Sonra beklediğim an geldi. Güzel bir “Aferin” alacaktım. Fakat, yüzümde şiddetini yıldızları sayacak kadar hissettiğim bu tokat da neydi? Çok beğeneceğini sandığım defterimi havaya kaldırarak, beceriksizliğimi, pisliğimi haykırıyordu. Sonra, sol kulağıma asılarak, yerimden kaldırdı, sinirden titrediğini kulağımı tutan parmaklarından hissedebiliyordum. Kapıya kadar sürükleyip, sınıftaki öğrencilere beni çevirerek, onların da gülmelerini ve ettiği hakaretlere ortak ederek, kendisine ait hükümdarlıktan kovdu. Toplumun beni ilk linç etme girişimiydi.
2- “Öğlen yemeğine misafir var, içeri girince ellerini öp, hoş geldin de …” dedi annem. Sofradayız. Misafirler köylülerimiz. Başka bir apartmanın kapıcıları. Çocukları yok. Aklım okulda, bedenim tüm uyuşuk. Hiçbir organımı hissetmiyorum. Kaşığım elimden düşüverdi sofrada. Masanın altına eğildim kaşığımı almak için. Gelen kadınlardan birinin ayağının dibine düşmüştü. Oflaya puflaya kaşığa ulaştım ve hangi güdünün etkisindeydim bilmiyorum ama, gözlerim kadının bacaklarının arasına takıldı. Birkaç saniyelik bir bakış. Gördüklerim: a-) İspanyol paça mavi renkli bir pantolon; b-) bacaklar her iki tarafa doğru açılıp kapanmakta; c-) iki bacağın birleştiği noktadaki pantolonun yırtıklığı; d-) donsuz bir çıplaklık; e-) tüysüz yarık ve yarığın arasında belli-belirsiz pembelik; f-) her iki bacağın yanlara yaylanması ile ortaya çıkan karanlık bir gizem.
3-Siyah-beyaz televizyon ekranından renkli dünya düşleri görüldüğü akşamlardan biri daha. Kapıcı çocuğu olmanın ezikliğinde, apartmanda televizyonu olanlardan herhangi birinin kapısı çalınır sırasıyla her akşam. John Logie Baird, 1923’de televizyonu icat ettiğinde bilemezdi tabi “Kapıcı Çocukları”nın o büyülü dünyayı görebilmek adına aşağılanmanın her çeşidini yaşayacaklarını. Televizyon seyretmek için görünmez olmak şarttı. Konuşmamak. Varlığınızı inkar etmek. Yemek öncesi çaldıysanız kapıyı, kokusuna yabancı olunan yemekleri asla merak etmezsiniz. İkram edilmez zaten. Yayları fırlamak üzere olan, samanları alttan sarkmış eski koltuklara buyur edilmezsiniz; yeriniz halının üstüdür.
Ötekileştirilmenin, kabul görmemenin nedeni neydi peki? Okuldaki öğretmene kendimi kanıtlama adına yıllarca daha fazla kitap okumanın; bacak arasından görünen o sırrı çözme adına hep daha fazla kadınla beraber olma arzularının; kendimi yabancı hissedeceğim mekanlardan uzak durmamın ve zorunlu olarak gittiğimdeyse kapıya en yakın yerde durmamın nedenleri olabilir miydi bu üç şey? Issız bir adaya düştüğümde yanıma hiçbir zaman “üç şey” almayacağımı düşündüren neydi?
İnsan kaçakçılığını anlattığı ve Fransa’nın (Prix Medicis) “Yabancı Roman Ödülü”nü de alan Hakan Günday’ın yazdığı “Daha” romanının 73. Sayfasında, Gaza mültecilere olan öfkesini kusmaktadır:
“Hem ne olacak ki oralara gidince! İliğine kadar sikileceksin! Başka ne olmasını bekliyorsun? İnsanlar kollarını açmış seni bekliyor değil mi? Geri zekalı! Gideceğin yerde hiçbir değerin yok, anlamıyor musun? Göreceksin! Kimse seninle otobüste yan yana oturmak istemeyecek! Kimse seninle asansörde yalnız kalmak istemeyecek! Kimse o hiçbir zaman düzeltemeyeceğin aptal aksanınla vereceğin selamları almak istemeyecek! Kimse seninle komşu olmak istemeyecek! Kimse çocuğunun senin çocuğunla arkadaşlık etmesini istemeyecek! Kimse senin dinine ait en ufak bir şey duymak ya da görmek istemeyecek! Kimse o yemeklerinin iğrenç kokularını içine çekmek istemeyecek! Kimse senin para kazanmanı istemeyecek! Kimse senin onlardan daha mutlu olmanı ya da daha uzun yaşamanı istemeyecek! Kimse bir kuyrukta senin arkanda olmak istemeyecek! Kimse gittiğin yerde oy vermeni istemeyecek! Kimse seninle yatmak istemeyecek! Kimse gözlerinin içine bakmak istemeyecek! Kimse seni bir insan olarak görmek istemeyecek! Kimse adını sormak istemeyecek! İsteyen olursa da, inan bana, ya delidir ya da istiyormuş gibi yapıyordur! İnsanlar senden o kadar nefret edecekler ki yerleştiğin her yerde emlak fiyatları düşecek! Bunu anla artık!”
“Kendi yurdumda mülteci gibi yaşadım” yargısı bir demagoji değil, katı gerçekliktir. Ebeveynlerimin büyük şehre göçmesi, var olabilme savaşı ve yıllarca, Hakan Günday’ın, Gaza karakterine söylettiği sözlerin, gittikçe daralan bir çember ve aynı günde yaşanılan “üç şey”in zihnimin tetikleyicisi olduğunu anlamak, beni hiçbir şey olmamak noktasına götürüyor. Hiçbir şey olmamak ise varlığı egemenlik altına alabilmek için başlangıçtır.
Tarihçi İlber Ortaylı, “Zaman nedir?” diye sormakta ve kendine özgü değerlendirmesi ile de “Herkese göre sınırlıdır” diye yanıtlamaktadır. “Zamanı da düzenleyen, aslında koordine eden, bizim kendi bilincimizdir, deniyor. Peki, bu durumda biz tarih diye nasıl pratik bir yaklaşım benimseyebiliriz?” diyerek de yeni bir sorunun kapısını açmaktadır? İlber Ortaylı’nın, toplum bilincini şekillendiren en önemli unsurun tarih olduğu sonucuna vardığını yazdıklarından bilmekteyiz. Enis Batur, “Aztek Takvimi: Bulanık Günler” isimli denemesindeyse “Zaman aslında yoktur, ölçülecekse, ölçülecek hareket ve hızdır” derken, bir diğer denemesi “Gelecek Satmak” da ise “Arkamızda akıp gitmiş, akıp kaybolmuş zamanlar olduğu şüphesiz doğru; bir şimdiki zaman gerçekliğimiz olduğu da su götürmez gerçek (şimdi, şu an; şimdi şu an yazabildiğime göre); sorun, öteden beri, geleceği kesin olmayan “Gelecek” ile ilgili değil mi oysa?” sorusunun altında “Şimdinin” geçmişten/ tarihten çok gelecek ile olduğunu sezdirmektedir.
İlber Ortaylı’nın zaman kavramındaki, tarihin büyük helezonlarında toplumsal bilincimizi oluştururken; Enis Batur’un hız ve hareket olarak sözünü ettiği süreçte, bilinmez bir geleceğin değil, şimdinin, şu an’ın aynasındaki buğuyu silmeye çalışmak, zihnimdeki anıları gizlemeyi/unutmayı başaramıyordu. “Şimdi”nin kapıları yarına açılamıyordu. Maskelerin arkasına saklanmadan, yalansız, kimliksiz ve ilk zamanlar farkına varmasam da “Senin gerçeğin bu!” diyerek ortaya çıkıyordu. Düşünmüyordum, hayal kurmuyordum. Aksine, yaşadıkları dramı mutluluk olarak adlandırabilmek için, sefilce uydurmalarla kendilerini aldatmaya çalışan insanların entelektüel yoksunluklarından öfkeye kapılıp, nefret ederek, tüm bu uydurma düşlerden yüz çeviriyordum. Sonra benim gerçeğimin ne dram, ne de sahte bir mutluluk olduğunu anladım. Benim gerçekliğim, “Hiçbir şey olmamak!” İhtiyaç duyduğum imgeleri bulabilmek için ne dünü, ne de yarını mümkün olmayan bir kurgunun içinde yaşamak!
Hiç’lik Penceresi: Bayram SARI