Her şey şöyle başladı; bir arkadaşıma telefonda, “Keşke bir şey olmamız gerekmese!” dedim ve sustum. O, çevresindeki insanları mutlu etmek için “daha” olmaktan bahsediyordu… Daha zeki, daha akıllı, daha sorumlu, daha başarılı, daha zengin…”Aslında gerçek zenginlik, kendini olduğun halinle kabul ettiğinde başlamıyor muydu ?” Bu söz ağzımdan çıktığında, hayatımda boşlukta kalan noktalara, yapabildiklerime ve yapamadıklarıma, mutluluklarıma ve mutsuzluklarıma baktım… Tüm noktalar birbirine bağlandı. Ve ilk önce şöyle sayıkladım; “Ben Şehime GÜL Gözen. Ben bir aktarıcıyım. Yaşadıklarımı, fark ettiklerimi, dönüştürdüklerimi, kabul ettiklerimi ve kalbimdeki Gül’ün anlattıklarını paylaşmak için buradayım. Hayatımın büyük bir bölümü kim olduğumu aramakla, diğer bölümü de bulduklarımla savaşmakla geçti …”
İnsan en çok içinde bulunduğu duruma uzak kalıyor ya da şöyle diyor; ”Yok ya hu! o bana ait değil!”
Hayat gerçekten aynalarla dolu biz ancak bakıp görmeyi, duyup dinlemeyi seçtiğimizde bizimle konuşuyorlar… En çok bildiğimi zannettiğimde bilmediğimi fark ettim. En çok gördüğümü zannettiğimde kör en çok duyduğumda da sağırdım… Ne tezat ama!
Bundan üç yıl önce, bir şaman yolculuğunda bir gül benimle konuşmuştu… İnsanlara O’ndan çıkıp tekrar ona geri dönmeyi anlat demişti. İlk önce şizofren olup olmadığımdan şüphe ettim. Önce dediğini dinledim ama sonrasında o sesi gerçekten duyduğumu unutup zihnimin sesine daha çok kulak verdim…
Aslında hayatımda ki aynalar sürekli bana bu durumu gösteriyordu… Kendimizi diğerlerinden ayrı tutarak, yargılayarak başlıyordu ilk yanılgı… Bunu biliyordum da bilmem yetmiyordu çünkü içeriden, “Her şeyin de benimle bir alakası olamaz” diyordum. Oysa ki vardı. Hatta bunu bir rüyada görmüştüm; bütün bedenim, ellerim, kollarım, dünyayla bütünlenmişti. Ben kollarımı hareket ettirdiğimde sanki görünmez ipliklerle birbirine bağlı olan tüm dünya da hareket ediyordu. Ben adım attıkça yer yerinden oynuyordu…
Hayatıma baktığımda da durum farklı değildi ama ben gerçek anlamda körlük içindeydim. Annem yüzde %5 görüyor ve çok daha az duyuyor, sürekli bağırmam gerekiyordu.. Bağırarak anlattığımda da sadece kendi kafasında şartlamış olduğu şeyi duyuyordu, anladığının benim anlattığımla en ufak bir ilgisi yoktu! Kızım ise çocukluğun verdiği tüm coşkuyu ve neşeyi yaşıyor, merak ettiklerinin peşine düşüyordu… Kadim dostum Efe , “üçünüzün aynı evde olması tesadüf olamaz” demişti. “Mutlaka bu da sana bir şey anlatıyor”… İçimden ”Hadi oradan! şimdi ne alakası var bunun benimle?” dedim. Dışımdan, “evet bir düşünmek lazım!” Ah ah!!!
Bir akşam yürüyüşünde aldığım notları, Facebook’taki “Dönüş Yolu” sayfam için yazı haline dönüştürürken, bir köprünün iki ayağını ve köprünün ortasında durunca kendimi tıpkı bir teraziye benzetmiştim –
Yazarken fark ettim ki, evdeki durumda da ben yine ortadaydım… Terazinin iki kefesinde iki ayrı yaşam vardı ve bana yine kendi hayatımı yansıtıyorlardı… Annem aklımı ve inadımı temsil ediyordu – son derece sabit fikirliydi, ona ne gösterilirse gösterilsin, sezgisi nasıl çalışırsa çalışsın burnunun dikine gitmekte üstüne yoktu- Görmemek için ayak diretiyor geleni de kabul etmiyordu. Terazinin diğer kefesinde ise çocuk olan yanım vardı. Haliyle o çok güzel, eğlenceli ve özgür olsa da ben ortadaydım. Ben onun kadar özgür ve çocuk olamazdım ki!…
Olamaz mıydım gerçekten?
İçimden yazmak geliyor ben kağıda dökülmek için sıra bekleyenleri duymak ve onlara zaman ayırmak yerine çevremde sanal bir kalabalık yaratıyordum. Hep çok meşguldüm… Böylece yalnız hissetmiyordum…
Hissetmiyor muydum gerçekten?
Şu beni sürekli sorgulayan ve rahat bırakmayan ses olmasa hayat bana güzeldi…Neremden geldiğini bir bilsem!!!
Sonunda o soruları soran sesle dövüşmekten vazgeçtim. Çünkü o ses tam da kalbimden geliyordu… Tüm yargılarımı, kendime ait kodlarımı, kendimden kaçıp kalabalıklara saklanmalarımı umursamıyor ona uymayan ne varsa çıkarıp çıkarıp önüme koyuyor, beni kendime dürüst olmaya davet ediyordu…O’nun sesini duymak için kendi bir’liğime ve merkezime dönmeye ihtiyacım vardı. Bu bir dönüş yoluydu… Fark ettim ki o kalp sadece benim kalbim değildi o her şeyle birdi… Hiçbir şeyden ayrı değildi, zihnim ne kadar ikilik yaratırsa yaratsın, o beni geri çağırıyordu…
Kalbimde bir gül vardı sevdikçe açıyordu… Ben O’nun sesini duymuş ama inanmamıştım.
Ancak O’nun her şeyle bir olduğunu, özellikle riyaya tahammülü olmadığını, saf sevgiden yaratıldığını ve çevremde yarattığım gürültüyle ondan uzak kaldığımı ve kaybolduğumu idrak ettiğimde ve onan inanmayı seçtiğimde benimle tekrar konuştu.
Ben Şehime Gül Gözen kalbimdeki Gül’ün aktarıcısıyım …
Onun duymam için desteğini benden hiç esirgemeyen ve yol gösteren Hocam Ayşe Nilgün Arıt’a minnet ve hürmetle.