Anadolu‘da asırlar boyunca gizli kalmış bir inanç, karın altındaki kardelenler gibi başını göğe uzatıyor; üzerini örten kar ve soğuğa aldırmadan… Renkleriyle göz alıcı, direngenliği ile şaşırtıcı… Bilinmek, sevilmek, korunmak istiyor bu kardelen…Rengini, kokusunu, güzelliğini yalnızca ıssız dağ başlarına çıkanlar değil, herkes fark etsin istiyor.
Sözünü ettiğim, hem tarihsel hem de sosyolojik olarak bir kardelene benzettiğim; Anadolu topraklarının çok özgün inancı olan, bilinmeye, keşfedilmeye, fark edilmeye ihtiyaç duyulan Alevilik ve Alevilerin ibadeti cemdir. Cem: toplanmak, bir araya gelmek demektir. Cem Alevilerin, ibadet şeklidir.
Geçenlerde araştırmacı yazar kimliğimle Kağıthane Cem evinde aldım soluğu. Kapıdan girer girmez kocaman bir Atatürk portresi bana gülümsüyordu. Kendimi o an huzurlu hissettim. Ardından alevi dedeleri ile tanıştım. Güler yüzle, hoş sohbetle ve bilge ruhlarla karşılandım. Beni kırmayıp birçok önemli bilgiler verdiler. Ancak sizlere bu yazıda yalnızca ‘cem’ ritüelinden bahsedeceğim. Çünkü benimle birlikte o anı yaşamanızı istiyorum.
Vakıfta, soğuk bir kış akşamında, belki yüzlerce insan aynı mekânda, inanç önderi kabul ettikleri Veli dedenin huzurunda toplandı. Kadın- erkek ayrımı yoktu. Ne erkeğin ne kadının cinsiyeti vardı. Çünkü Aleviler, cem evine girdiği anda kimseye kadın veya erkek olarak görmüyorlardı ve her bir insanı “can” kabul ediyorlardı.
Akşam davetle büyükçe salona girdiğimde, önce biraz tereddütte olduğumu itiraf etmeliyim. “Elimi, ayağımı nereye koyacağım, nereye oturacağım?” Diye düşünürken yanıma gençlik kolundan bir kız oturdu. Bana yardım edeceğini ve her ayrıntıyı anlatacağını söyledi. Ardından içeri Veli Dede geldi. Kendisine ayrılan posta, niyaz ederek oturdu. Dededen sonra da sessizce gelenler oldu salona. Ortada boş bir meydan vardı ve gelenler hep bir halka şeklinde oturuyordu. Böylece insanlar birbirlerinin yüzlerini görüyorlardı ki, bunun nedeni öğrendiğim üzere Tanrı’nın insan yüzünde tecelli ettiğine inanılmasaydı. İnsan hiç Tanrı’ya sırtını döner miydi? Hayır. O halde insan kutsaldı ve yüzler hep birbirine bakmalıydı.
Cem, öyle bir ibadet ki bu ayini başından sonuna kadar izlemenin ilk ve en önemli şartı, topluluk içindeki herkesin birbiriyle barışık olmasıydı. Bu yüzden ilk önce dargınlar barıştırıldı, anlaşmazlıklar çözüldü. Herkes özüyle sözüyle kalbini temizledi ve sonra birbirine niyaz etti. Niyaz, önce sağ, sonra sol omuz başının öpülmesiydi. Bu, benliğin kırılmasının işareti ve kişisel arınmanın da ilk basamağı idi. Ritüellerin mantıksal açıklamalarının yapılması üzerine, her birinin türlü kişisel gelişim araçlarının kökü olduğunu kavramam çok da uzun sürmedi.
Meydanın temizlenmesinden sonra abdest alındı. Saka, bir elinde ibrik, diğer elinde küçük bir leğen olduğu halde dededen başlayarak halka içindeki herkesin eline su döktü. Aslında bu, sembolik bir yıkanmaydı. Çünkü, bu abdestte sadece parmaklar suya değdiriliyordu ve asıl olan gönül abdesti idi; yani gönlü temizlemekti. Yine anlamlar beni mest ediyordu.
Meydanda, yanan mumlar da vardı. Mum, ışıktı. Karanlıkların aydınlanmasını ve gerçeğe ulaşılmasını sembolize ediyordu. Cem ibadeti süresince “zakir” hep saz çaldı. Nefesler, deyişler söyledi, sazın tellerinden dökülen nağmeler, Tevhid (Allah’ın birliğini anış) aşamasında kalabalığı dalgalandırdı. Eller, dizlere vuruldu huşu içinde:
“La ilahe illallah
Ali mürşit, Ali Şah
Ali Haydar, Ali Şah
Şahım eyvallah eyvallah”
Cemi yürüten Dedeler, Salonu tıklım tıklım dolduran kalabalığa öğütler verdi, “elinize, dilinize, belinize sahip olun” dedi. Bunun anlamı şuydu: elinle koymadığını alma, çirkin söz söyleme, kalp kırma, şehvetine tutsak olma. Bu öğütlerinin yanı sıra, Kerbela‘da susuz şehit edilenlerin trajedisini anlattı.
Kerbela denilince, gözlerden yaşlar süzülüyordu. Herkes bir anda Arap Yarımadası’nın çöllerinde önce susuz bırakılan sonra başı kesilerek öldürülen birer Hz. Hüseyin (Hz. Ali’nin oğlu) oluyordu. 1400 yıllık bir acı, sanki Kerbela katliamı daha bugün olmuş gibi hüzün veriyor, herkes o acının içinde eriyordu. Zakir’in sazının tellerinden dökülen içli notalara şu sözler eşlik ediyordu:
“Ah Hüseyin vah Hüseyin”
“Yaraların bende İmam Hüseyin”
Gözyaşı dökenler, sonra semaha durdu. Kadınlar ve erkekler meydana çıktılar; deyişler söylenirken, dönmeye başladılar. Onlar dönüyordu. Her biri kendi etrafında dönüyordu. Kendi etrafında dönerken, aynı zamanda yanındakinin de etrafında dönüyordu. Çünkü semah hem dünyanın dönüşünü simgeliyordu. Alevilik aynı zamanda evrenseldi de. İnanılmazdı…
Yaklaşık 4 saat süren bu ibadetin sonunda topluluğa, dede tarafından dualanmış su dağıtıldı. Su serpilmesinin nedeni Kerbela trajedesi idi. Kadını erkeği, yaşlısı ve genciyle yüzlerce insan sakanın serptiği suyun bir damlasını bile yüzünde hissetmek arzusundaydı. Sanki o bir damla su, Kerbela çöllerine düşecekti. Çünkü her biri Hz. Hüseyin’di, her biri çölde su bekliyor gibiydi.
Saka suyunun dağıtılmasıyla birlikte cem sona erdi. Cem evinin kapısından çıkan herkesin eline birer “lokma” tutuşturuldu. Meyve, kek, çörek, börek, pasta türündeki yiyecekler paketlenmiş halde herkese dağıtıldı. İbadetini yapmak üzere cemevine gelenler, bu yiyecekleri yanlarında getirmişlerdi. Herkes maddi gücüne göre katkı koymuştu. Bazılarının getirdiği yarım kilo portakaldı, bazılarının getirdiği 5-6 kilo elmaydı.
Ama cemevinden çıkışta, herkesin payına düşen eşitti. Zenginin varlığı, fakirin yokluğu fark edilmemişti bile…
Yaşadığım Alevi dedesi sohbeti ve cem ritüelinden sonra bilgilerimi de hesaba katarak Alevilerden neden korkulduğunu daha iyi anladım. Alevilik, asla indirgenmeye çalışılan, utandırılarak sindirilen, susturulan bir felsefe olarak kalmamalıdır. Felsefe diyorum çünkü bu denli aydınlık bir olguya salt mezhep demeye dilim varmıyor. Bana göre Alevilik çok daha fazlasıdır. Tamamı ile hümanizm, özgürlük ve özden yaradana ulaşmayı hedefler. Ayrıca eşitlik, en önemli faktördür. En önemlisi de düşünceye önem verilir. Tüm bunlar, toplumsal olaylarda neden korkusuzca Alevilerin en ön saflarda haklarını aradıklarının kanıtıdır. Çünkü onlara eşitlik ve haklar öğretilir. Özgürlük şarkıları ile büyürler ama daha büyük bir güç onları ısrarla kafeste tutar. Bu da yetmez kafesle birlikte, fırlatır arka sokaklara atar. Eşitlik arzusuyla yanıp tutuşsalar da eşitsizlikten en çok paydayı onlar alırlar. Demem o ki… Alevileri iyi tanıyın. Çünkü onlar buzdağının bizlere en yakın kanıtıdır.
Sevgilerimle…
Ebru çalışması Sayın Selma KIR hanımefendiye aittir