Sıkıntıdan gelen strateji

Olan olur ve olduğuyla kalır ama biz çeşitli sıfatlar yükleriz, anlamlarını değiştiririz; haliyle de çoğu kez saflığı bozarız! Özellikle karar almamız, strateji geliştirmemiz gereken zamanlarda bozduklarımız bozgunlarımıza sebep olabilir.

Mesela eline geçirdiği avuç dolusu uzun erişte gibi bir şeyler tutan bir adam ne yapıyor, anlamaya çalışırız. O erişteler ne işe yarayacak, bunda merak edilecek ne var ki… Temel güdümüz o an meraktır. Tuttuklarının bağırsak solucanı olduğunu öğrendiğimizde ise genel olarak iğreniriz; öğrenmişlik ve tatmin değil, iğrenme. Merakın cazip çekiciliği bir anda kaybolur ve itici duygularla sarılırız. Oysa eller aynı eller, tutulanlar aynı tutulanlar ve biz aynı biz!

Nadir karşılaşabileceğimiz böyle bir örnek yerine biraz daha bizden, maalesef ki bolca karşılaşılabilecek bir örnekle gözleme devam edelim. Önümüzde sevimli ve birbirine çok yakışan bir çift var. Kız tarafı bizdendir, kuzen, komşu, iş arkadaşı, dostumuz, vs… Sevdiği adamı biz de seviyoruz, ‘enişte’ diyerek birlikte takılıyoruz; evlenmeleri için baskı yapıyoruz, çocuğu sıkıştırıyoruz. Gün geliyor, aile büyükleri tanışacak diye öğreniyoruz ve bir anda her şeyin bozulduğunu öğreniyoruz. Çünkü erkek tarafı aleviymiş!

Bu örneği ilk duyduğumda anlamamıştım sorunları neymiş, ‘ee?’ diye sormuştum. Kız tarafından büyüğüm de ‘alevilermiş işte, daha ne olsun’ diye çıkışmıştı bana.

O sempati bir anda bozulmuştu. Ne değişmişti?

Goebbels_laughingBu ikilemleri düşündüren aşağıdaki iki fotoğraf oldu. İnternette bir şey araştırırken link linke geldi, konuları tararken bir fotoğrafı gördüm, deşince diğer fotoğrafı buldum, araştırınca öyküsünü bile buldum.

photographer-alfred-eisenstaedtTarihle ilgilenenler bilir belki, soldaki fotoğraftaki sempatik amca Joseph Goebbels, Adolf Hitler’in sağ kolu, en sadık adamlarından biri ve meşhur Propaganda Bakanı.

1933’te Cenevre’de bir toplantı için buluşan siyasilerden birisi o da. O zamanlar Uluslar Ligi (League of Nations) olup da daha sonra hem gömlek hem de isim değiştiren Birleşmiş Milletler (United Nations) toplantısından bahsediyoruz. Fotoğrafı çeken ise yine o toplantıda bulunan, o toplantıyı haber yapmak için giden fotoğrafçı Alfred Eisenstaedt. Fotoğraf çekenlerin fotoğrafları pek bulunmaz, bu adeti bozalım ve sana sağda LIFE Dergisi’nden Alfred’i takdim edeyim.

Bakan Goebbels ve Fotoğrafçı Eisenstaedt muhabbeti gayet sıcakkanlı ve zaten bu gülümseyen fotoğraf da başka şekilde ortaya çıkmazdı herhalde.

Sohbet gittikçe koyulaşırken ike aşağıdaki son kare ortaya çıkıyor; çünkü Eisenstaedt yeni bir poz için makinasını kurarken, Goebbels’in yardımcılarından biri fotoğrafçının Yahudi olduğunu söylüyor, tam bu kesişme anı da aşağıdaki fotoğrafa yansıyor.

‘Eyes of Hate’ yani nefretin gözleri olarak bilinen bu meşhur fotoğraf, ‘neredeyse’ tüm dinamikler sabitken sadece bir değişkenin eklenmesiyle sürecin nasıl da anlam değiştirdiğini göstermiyor mu?

goebbals_scowling

Eisenstaedt hiçbir şeyini değiştirmemiş, ne tavır ne düşünce ne ahlaki bir şey, sululuk yapmamış, rencide etmemiş; ama bir anda pamuklarla sarılı muhabbet, dikenlerle çevrili bir hal alıp kesilmiş.

Hayat akıyor, biz de bu olumsuzluklardan akalım ve biraz ters psikoloji bakalım.

Meşhur bir hikaye vardır:

Japonya’da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış: Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş.
Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yıkılan çocuğunun büyük bir depresyona girdiğini gören babası, Japonya’nın ünlü bir Judo ustasına gidip yapılacak bir şeyin olup olmadığını sormuş.
Hoca ‘Getir çocuğu, bir bakalım’ demiş.
Ertesi gün baba-oğul varmışlar hocanın yanına. Hoca çocuğu süzmüş ve ‘Tamam’ demiş. ‘Yarın eşyalarını getir, çalışmalara başlıyoruz.’
Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve “bu hareketi çalış” demiş.
Çocuk bir hafta aynı hareketi çalışmış, sonra hocasının yanına gitmiş. Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz?” diye sormuş.
Hocanın cevabı ‘Çalışmaya devam et olmuş’.
2 ay, 3 ay, 6 ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş, ama hep o aynı hareketi tekrarlamış.
Hocanın yanına tekrar gitmiş: ‘Bir yıldır aynı hareketi yapıyorum bana başka hareket göstermeyecek misiniz?’
‘Sen aynı hareketi çalış. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz’ diye cevaplamış hocası.
2 yıl, 3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10. yılını doldurmuş.
Bir gün hocası “Hazır ol!” demiş, “Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!”
Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok hem de judoda bildiği tek hareket var. Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş; ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.
Turnuvanın ilk günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. Derken ikinci, üçüncü maç, çeyrek final, yarı final ve final!
Finalde delikanlının karşısına ülkenin son on yılın yenilmeyen şampiyonu çıkmış. Tam bir üstat, delikanlı dayanamayıp hocasının yanına koşmuş. “Hocam bir şekilde buraya kadar geldik ama rakibime bir bakın. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var. Bu kadar bana yeter. Bari çıkıp rezil olmayayım, izin verin turnuvadan çekileyim.”
– Olmaz demiş hocası. Kendine güven, çık ve dövüş. Yenilirsen de onurunla yenil!
Çaresiz çıkmış müsabakaya. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış ve tak! Yenmiş rakibini şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş:
-Hocam nasıl oldu bu? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım ?
-Bak oğlum 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok, bu bir! İkincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir!

Gayet sorunlu bir çocuktum. Anne ve babam da pek anlaşamazdı ve ben daha 5 yaşındayken ayrıldılar. Hayatı anlama çabalarıma annemin yanında ona uygun, babamın yanında ona uygun davranma ikilemleri de eklendi. Zaten müdür çocuğuydum, ama işçilerle takılırdım. Yemekhane dedikoduları ve yönetimin aynı konuyu nasıl farklı cephelerden anlattığına tanık olurdum ve hepten kafam karışırdı. Birinin sorunu, başkasının çözümü, birinin talebi başkasının haksızlığa uğraması olurdu ya da daha karmaşık haller…

Bu ikilemler de kolsuz çocuk gibi beni de depresyona sürüklemişti. Ta ki bir gün bu hastalık sayılabilecek ikilemlerin, farklı perspektif geliştirme becerisi olduğunu görene kadar depresyondaydım.

Ne değişti? Hiç bir şey, belki de her şey! Çünkü nasıl baktığım değişti.

gergedan

Kendindeki veya özellikle şirketindeki bir sorunu düşün şimdi. Sorun olsun, büyük olsun, karmaşık olsun, mümkünse tekrar eden bir sıkıntı olsun.

Ne olsaydı bu konu sorun olmaktan çıkardı; bu sorunun cevabı, beklentini verebilir.

Ya da bu sorun, aslında ne gibi avantajlar sağlıyor olabilir? Biraz saçma gelebilir, güzel bir şey bu!

Ne olsaydı bu sıkıntıyı bir avantaj gibi görebilirdik? İlk seferde cevap çıkmayabilir, ama gerekirse bir daha sor. Bu sıkıntı ve beklentiler sana yol haritası konusunda ilhamlar verecek.

Cevap çıkmadıysa tekrar sor.

Yaşanan krizler, belki sana ilham verir belki bizzat avantaj sunar.

Gerekirse beş kez, altı kez, hatta yedi kez sor bu soruları kendine!

İnanıyorum, bir cevap var! İşim bu cevapları bulmak üzerine, çünkü kriz stratejistiyim; özellikle içinden çıkılamayan krizler, çözümsüz krizler üzerine yoğunlaşmış bir çözüm sürecim var ve sana bir sır vereyim; özellikle büyük sıçramalar ve güçlü avantajlar, özellikle büyük sıkıntılar yaşayan küçük firmalarda oluyor.

Şimdi sakince bir daha sor kendine.

Tüm çabalarına rağmen cevapsız kalırsan, o zaman iletişime geç benimle, birlikte bakalım, belki birlikte bir strateji çıkarabiliriz. Ama bence bir kez daha sor kendine.

Hatta iki de kitap önereyim. Biri Sun Tzu’nun Savaş Sanatı. Diğeri de Toyotomi Hideyoshi’nin Kılıçsız Samuray kitapları. Biri Çin’in en önemli filozoflarından birinin ağzından savaş durumlarında çözüm bulabilmen için, diğeri de kılıç kullanamayacak kadar tıknaz bir adamın nasıl olur da Japonya’nın gelmiş geçmiş en büyük generali olduğunun hikayesi.

Japonya demişken… Hani nefretin gözlerine maruz kalan Fotoğrafçı Eisenstaedt vardı ya, onun en ünlü fotoğrafı o şeytani bakışlar değil. Şükür ki hayat akıyor ve akarken her şeyi de değiştirebiliyor. Eisenstaedt’ın bu çalışmadan sonra da birçok ünlü fotoğrafı olmuş, ama en ünlüsü V-J Day in Times Square NY (Japonya’ya Karşı Zafer Günü New York Times Meydanı’nda)

vj-day-kiss-famous-kisses

E boşuna dememişler her gecenin bir gündüzü vardır diye, yeter ki bakmasını bilelim!

Sakin bir nefes al ve bir adım geri çekil, tekrar bak:

Sıkıntın ne gibi avantajlar saklıyor?

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir