Bir sabah uyandığında, akşam uykuya dalmak üzereyken, amaçsızca hayatın içinde savrulurken ya da kocaman bir acıya çarptığında insanın aklına gelen birkaç soru vardır. Bunlardan bazıları; Neden Ben? Ben bütün bu olanları neden yaşıyorum? Neyi fark etmem gerekiyor? Ben bu kadar iyi iken neden herkes bu kadar kötü? Bunları yaşamamak için ne yapmalıyım? Sorular ve cevapsızlıklar içinde kıvranan ruh ve beden ikilisi kendisini çaresizliğin dibinde iken çözüm arayışına iter. Kimi bu çırpınışları bağımlılıklar ile örtbas etmeye çalışır yani kaçar sorunlardan ve kendinden, kimisi de aidiyet duygusunu pekiştireceği, cemiyetlere, mekânlara, gruplara ve inançlara dair olur. Her ikisinde de yaşanan şey anlık kaçışlar ve reddedişlerin getirdiği daha derin travmalar olmakta.
Çaresini arayan insan, sadece din, cemaat, tarikat, sosyal gruplar, kurslar ve diğer etkinliklere başvurmaz. Bunlara spiritüel öğretileri de katmaya çalışır. Buraya kadar her şey normal görünüyor. Çünkü ortada bir sorun var ve o sorunu çözebileceğini inandığı rol model olduğunu düşündüğü insanlar, öğretiler, akımlar, sistemler, çalışmalar ve teknikler var. Sorun büyük ve çözümü de en imkânsız olan insan, çaresini bu yollardan birine girerek çözmeye çalışır. Çalışır diyorum çünkü bu yolculuğa çıkan insanların büyük bir çoğunluğu aynı zamanda spiritüel açlıkta çekmektedir.
Nedir spiritüel açlık. Aslına bakarsanız çok basit tanımı ile hayatı boyunca kendisi ile iletişim kuramamış ve kurmakta zorlanmış olan insan, ilk öğrendiği öğreti ile bir şeyleri fark etmeye başlamıştır ve hayatını kurtaracağını düşündüğü bu ilk öğreti ona yetersiz gelir. Hep daha iyisi, daha güçlüsü, daha büyüğü, daha iyileştiricisi, daha uzağa gideni, daha geçmişe müdahale edeni derken bir anda karma/karışık bir hal alır içi. Asıl dağılma şimdi başlıyor, neden mi? Çünkü bu açlık mideye doldurulan yemekler gibi kusunca geçmiyor ne yazık ki. Daha çok açığa çıkan ve ortaya saçılan acıların çarptığı ruh kırılması sancılar yaşatıyor insana.
On beş yıldır spiritüel yaşam denen kavramın içinde yol alan insanları izliyorum. Öğreticileri, üstatları, hocaları, eğitmenleri, danışanları, danışmanları, bilenleri, öğrenenleri, bildiğini sananları, bildiklerinin ötesine geçmeye çalışanları, yeni icatlar yapmaya çalışanları, en iyisi olduğunu sandığı şeyin içinde iken acılarıyla çırpınıp duranları ve daha nicelerini. Ortalama da her kapıyı çalar gibi kendi içlerinde onlarca öğretiyle tanışmış, çalışmaya çalışmış ve sonuçta ilk darbede tarumar olan kişileri de gördüm. Gelen ve bilmeyen ile olan ve bildiğini sanan arasında yaşanan bu gitgellerin sonucunda herkes nasibi kadar sancı alıp çekiliyor kendi dünyasına.
Şunu çok duyuyorum, A öğretisinin gücü 5 şiddetinde ve bir ayda çözerse, benim öğrettiğim B öğretisinin şiddeti 50 birim ve birkaç güne çözer. Ha sen çözülmüyorsan o kadar sürede sende problem var demektir… İlk eğitimi aldığım zamanı hatırlıyorum o gün şöyle bir cümle kurmuştum kendime “Olacaksan eğer bir şeyde en iyi ol” diye. Bütün çabam da bu yönde idi. Çünkü o tek şey ile kendi dinamiğini yola sokabilirsin ve sonrasında iyice emin olduktan sonra bir sonraki öğreti/yol/çalışma’ya geçebilirsin. Bununla ilgili bir hikaye çok ilgimi çekmiştir. Hikaye şu;
Japonya’da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş.
Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış. Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş.
Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yıkılan çocuğunun büyük bir depresyona girdiğini gören babası, Japonya’nın ünlü bir Judo ustasına gidip yapılacak bir şeyin olup olmadığını sormuş.
Hoca: Getir çocuğu. Bir bakalım, demiş.
Ertesi gün baba-oğul varmışlar hocanın yanına. Hoca çocuğu süzmüş ve: Tamam demiş. Yarın eşyalarını getir, Çalışmalara başlıyoruz.
Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve “bu hareketi çalış” demiş.
Çocuk bir hafta aynı hareketi çalışmış. Sonra hocasının yanına
gitmiş. Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz?” diye
sormuş.
Hocanın cevabı: – Çalışmaya devam et olmuş…
2 ay,3 ay,6 ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş. Çocuk bu bir
yıl boyunca hep o aynı hareketi tekrarlamış.
Hocanın yanına tekrar gitmiş: Hocam bir yıldır aynı hareketi yapıyorum bana başka hareket
göstermeyecek misiniz?
– Sen aynı hareketi çalış oğlum. Zamanı gelince yeni harekete geçeriz.
2 yıl, 3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10. yılını doldurmuş.
Bir gün hocası yanına gelip. …”Hazır ol! ” demiş. “Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!”.
Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok hem de judo da bildiği tek hareket var.
Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağını düşünmüş; ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.
Turnuvanın ilk günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. Derken. İkinci, üçüncü maç. Çeyrek, yâri final ve final…
Finalde delikanlının karşısına ülkenin son on yılın yenilmeyen şampiyonu çıkmış. .
Tam bir üstat, delikanlı dayanamayıp hocasının yanına koşmuş. “Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakın hele. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tek bir hareket var. Bu kadar bana yeter. Bari çıkıp ta rezil olmayayım izin verin turnuvadan çekileyim.”
– Olmaz demiş hocası. Kendine güven, çık dövüş. Yenilirsen de namusunla yenil.
Çaresiz çıkmış müsabakaya. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış ve tak. Yenmiş rakibini şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş:
-Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var.
Nasıl oldu da ben kazandım?
-Bak oğlum 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki, artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok.
Bu bir,
İkincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir.
İnsanoğlu kendi evrimini tamamlama yolculuğunda iken birçok yol ve yöntem ile karşılaşır. Tüm bu yol ve yöntemlere aynı anda dalarak sonuca ulaşamaz. Zaten en büyük problem, tüm çözümlerin kendisinde olduğu gerçeğini idrak edememesinden kaynaklanıyor ve bu yüzden bütün arayışlar dışardan içeriye oluyor. Bu kısmına sözüm yok. Yani dış çözümlerle içsel fırtınayı dindirme yöntemlerini öğrenmeye. Fakat dere geçerken at değiştirilmez ve öğrenmeye başladığın şeyin içinde iyice pişene ve tamamlanıncaya kadar kalırsan, çiğ bir duruş sergilemeyecektir ruhunun sancısı.
Her bir dakika da tencerenin içindeki soğuk sudan başka bir tenceredeki soğuk suya atılan yumurtanın ne kadar sürede haşlanacağını bilemezsiniz ya işte öyle bir çözümsüzlük içinde sürekli kap değiştirerek ve yeni öğretilere dalarak sizde kendi süreçlerinizi iyileştiremezsiniz. Olduğunuz yerde kalın, kendinizi izleyin, size gelinceye kadar milyonlarca insanın ruhuna dokunmuş olan o öğretinin bütün sınırlarını gezin, keşfedin ve o öğretinin kendisi olun. Bakın sancınız hangi köşede yere serilip kazanacak ve mutluluğunuz ne kadar uzun süreli bir zafere imza atacak.
Kendiniz için bir şey yapın. Ruhunuzu doyurun. Müzik ile sanat ile yazı ile kitap ile resim ve heykel ile. Özünüz güzellikleri görüp coşsun, coşsun ki çarenizde sizinle birlikte yol alıp sizi sarsın.
AŞK ile kalın…
Facebook sayfanızda okuduğumda “Şimdiye kadar bu konuda okuduğum en güzel yazı” dedim. Buraya şunu da eklemek istiyorum; En güzel ÖĞRETİ. Yaklaşık 5 aydır sizi izliyorum o kadar içsel yazıyorsunuz ki; sanki kendim kendimi okuyorum. Gönlünüze sağlık kaleminize kuvvet.