Bazı insanlar anı, bazı insanlar geleceği fakat çoğu insan, geçmişte yaşamayı sever. Bu arkadaşınız, eşiniz, anneniz, kardeşiniz, babanız kısacası herkes olabilir. Belkide siz de geçmişte yaşıyor olabilirsiniz. Bugün psikoloji bilimin araştırmalarına göre depresyona sebebiyet veren en önemli travmanın “eş kaybı” olduğu bulunmuştur. Hele ki severek evlendiyseniz veya birlikte olduysanız, her şeyinizi onunla paylaşırsınız; sırrınızı, sevginizi, özelinizi, korkularınızı, özlemlerinizi… Fakat bir gün ansızın o sevdiğiniz eşinizi kaybeder; derin bir bunalıma girersiniz. O günden sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Eşyalarını saklarsınız, şurada otururdu, şurada yemek yerdi, şunu dinlerdik… Gibi sözler sarf etmeye başlarsınız. Bir süre sonra hasta olursunuz; hem ruhsal hem de fiziksel olarak. Elbette ki ölüm, boşanma, şiddet vb… travmaların hemen geçmesini bekleyemeyiz fakat uzun yıllar boyunca bu anılara takılı kalmak dediğimizde; işte orada durmamız gerekiyor.
Biz geçmişimize bu kadar sarıldığımızda, ondan kopmamız mümkün olmaz. Her geçen gün daha da çekiliriz. Zihni geçmişle meşgul etmek; bir kısır döngü içinde olmak gibidir. Hem enerji kaybıdır, hem de ruhsal anlamda kendinizi gerçekleştirmenizi engeller.
Geçenlerde bir danışanım, kardeşini kaybettikten sonra bir türlü onu unutamadığını, sürekli sanki hala yanındaymış gibi hissettiğini ama artık bu şekilde yaşamaktan yorulduğunu; en azından kardeşi ile bağlantı kurarsa bu konuda rahatlayacağını düşünerek, benden yardım istemişti. Bitkin, yorgun ve omuzları düşmüş bir haldeydi. Gözlerinde mor halkalar oluşmuştu. Yaşadığı durum artık psikosomatik olarak bedenine yansımıştı. Adeta bana yardım edin, bu yük çok ağır diyordu. Kaybetmesinin ardından uzun yıllar geçmesine rağmen geçmişe takılı kalmıştı ve ruhsal irtibat yolu ile bir de bu sıkıntılı durumuna, spiritüalistlerin “abes irtibat”(Maddi çıkar sağlamak, eğlenmek, vakit geçirmek, gelecekten bilgi almak amacıyla kalitesiz soruların sorulduğu ve obsesyonla(musallat) sonuçlanan ruhsal irtibatlardır.) dediği durumu da ekleyecekti. Ona nazikçe, ilerlemek ve hayatına devam etmek istiyorsa artık hem kardeşini hem de kendini serbest bırakmasını, ruhsal irtibatların ne ile sonuçlanacağını ve kardeşinin de onu hissettiğini, gördüğünü dolayısıyla onun da üzüldüğünden bahsettim. Hem kendini hem kardeşini serbest bırakmalıydı çünkü sürekli kardeşini düşünerek kendine eziyet etmenin yanı sıra aslında bilmese de kardeşinin ruhu, onun bu devamlı acı içerisinde olmasından haberdardı ve ne yazık ki bu durum onun da ilerlemesine imkân tanımıyordu. (Bu bilgileri psişik yanım olduğu için alabilmekteyim.) Etkilenmiş olmalı ki bir süre sonra “Haklısınız, en azından onu üzmemek için yoluma devam etmeliyim.” dedi. O anda bile inanın omuzlarını dikleştiğini ve gözlerinin tekrardan umutla parladığını gördüm. Düşüncelerimizin bizi nasıl etkilediğini gösteren en önemli kanıttı benim için.
İşte tam da bu konu ile alakalı olabilecek psikolog hipnoterapist Michael Newton’ın “Ruhların Yolculuğu” adlı kitabından alıntı yapmak istiyorum. Newton terapilerinde regresyon (geçmiş yaşamlar terapisi) yöntemini özellikle psikosomatik hastalıkların tedavisinde sıkça kullanmaktadır. Bir terapisinde hipnoz ile danışanını, önceki hayatına götürür ve ölüm anını deneyimlemesini ister. Bunun sonucunda ise danışanı, saldırı sonucu hayatını kaybetmiş “Sally” adında bir kadın olduğundan bahsederek, o anı anlatmaya başlar:
Dr. Newton: Sally, saldırının hemen ertesinde kocan ne yapıyor?
Dan: Neyse ki iyi. Ona bir şey olmadı. Fakat…(kederle) bedenimi tutuyor, başımda gözyaşı döküyor. Benim için yapabileceği hiçbir şey yok, fakat henüz bunu anlamış gibi görünmüyor. Soğuğum, fakat elleriyle yüzümü tutuyor, beni öpüyor.
Dr. Newton: Ve bu anda sen ne yapıyorsun?
Dan: Will’in(kocası) başının üstündeyim. Onu teselli etmeye çalışıyorum. Aslında sevgimin bir yere gitmediğini hissetmesini istiyorum. Beni ebediyen kaybetmediğini ve yine görüşeceğimizi bilmesini istiyorum.
Son cümleye dikkat etmişsinizdir. Burada Sally ölmüş olsa bile hayattaki eşini görüyor ve acısını bizzat hissediyor. Hatta öyle ki ruh âlemine geçmesini engelliyor. Tabi bu örnek henüz taze bir üzüntü durumundan bahsediyor, elbette hepimiz ani ölümlerde henüz olay tazeyken acı duyarız; ben burada bu durumu yıllarca yaşayanlardan bahsediyorum. Bu sadece ölüm anında ruhsal boyutta neler olduğu aslında ölen kişinin bizi hissettiği ve gördüğü hakkında ufak bir örnekti. Bu gibi örnekler çoğaltılabilir.
Sadece ölüm de değil. Şiddet özellikle insanların hayatında derin yaralar açıyor. Keşke olmasa fakat bu sıkıntılı durumlardan tekâmül anlamında öğreneceğimiz bir şeyler elbette olur. O halde onu geride bırakıp şiddet gördüğümüz kişiye öfke beslememeye çalışmak bizim yararımıza olacaktır. Diyeceksiniz ki; “Sanki çok kolay, nasıl öfke duymayayım?” Elbette haklısınız, ama en azından deneyin, yapamıyorsanız destek alın. Emin olun farkı göreceksiniz. Çünkü ona öfke duymanız onun için anlam ifade etmezken, öfke duygusu ile gerek vücudunuz gerekse ruhunuz yaralanacaktır. Mesela öfke duygusunu taşıdığımızda bedenimizde olan rahatsızlıklardan bazıları: Kalp Ritim Bozukluğu, Yüksek Tansiyon, Deri Enfeksiyonları, Gastrit, İshal, Kas Ağrıları…Ve bunlar sadece öfkenin bizde yaratmış olduğu fiziksel rahatsızlıklar tarafı bir de bunun psikolojik boyutu var.
Şimdi düşünün ve karar verin, geçmişte mi yaşayacaksınız; yoksa yolunuza devam mı edeceksiniz?