Dini Enfeksiyon,
İnsan Bilincinin Evrimi ve Bilimsel Gerçeklik
Biz insan türü olarak fiziksel evrimimizi tamamlamış görünüyoruz. Yani çok büyük bir takım gezegensel değişimler olmazsa oramızdan buramızdan yeni uzuvlar falan çıkmaz. Gerçi organların kendini yenilemeleri, dişlerin belli bir yaştan sonra yeniden sıfırdan oluşmaları oldukça yararlı olabilirdi ama yakın gelecekte böyle bir evrim geçireceğimize dair hiçbir ışık görünmüyor. Ancak insanın bilinç olarak evrimini henüz tamamlamadığı aşikar. Gezegenin içinde bulunduğu durum bunu net olarak göstermekte.
Peki ama neden bu haldeyiz?
Biliyoruz ki; insan bilincinin gerçek ve tam anlamıyla evrimi, özgür düşünce, sorgulama ve bireysel hakikat arayışlarıyla bağlantılı. Tarih boyunca bu doğal gelişimi engelleyen, sınırlandıran en büyük sorun ise “din enfeksiyonu” olarak adlandırılabilecek sosyal ve ideolojik bir virüsten başka bir şey değil. Bu virüs, sadece bir inanç sistemi olmanın ötesinde; bireyselliği, eleştirel düşünceyi ve özgür iradeyi zehirleyen, toplumsal kontrolü elinde tutan bir tür mekanizma olarak çalışıyor. İnsanların kendi gerçekliklerini sorgulamasını, deneyimlemesini ve anlamlandırmasını engellemek suretiyle bilinç evriminin gerçekleşmesine de engel oluyor.
Din enfeksiyonu, bireylerin doğal olarak taşıdığı özgürlük, yaratıcılık ve bilinç açıklığını baskılayan, katı dogmalar ve tümüyle korku üzerine kurulu ideolojiler bütünü. Bu yapı, kaçınılmaz olarak, toplum içinde yayılarak bireylerin kendilerini ifade etmelerini, eleştirel düşünce geliştirmelerini engeller ve bireysel deneyimlerin üzerini kapatıyor. Korku ve suçluluk duygularını büyüterek kişinin kendine olan güvenini zedeleyen bu yapı; sorgulama cesaretini zayıflatıp; özgür iradeyi sınırlayarak; bireyselliğin de silinmesine yol açıyor. Kişiler, kendi hakikatlerini değil, dayatılan kolektif inançları yaşamaya zorlanıyor.
Hiç kuşkusuz; bu çarpık ve bozuk sistemden en çok zarar gören kesim, kadınlar oluyor. Din, tarih boyunca kadının bilgeliğini, sezgiselliğini ve yaratıcı doğasını bastırmanın en etkili araçlarından biri olarak kullanılmaktadır. Kadın bedeni denetlenmiş, arzusu bastırılmış, sesi susturulmuş ve yaşamı, erkek-merkezli kutsal metinlerin çizdiği dar sınırlar içinde biçimlendirilmiştir. Kadın, kutsal olanın gölgesinde şeytana yakın; toplumun gözünde ise erkeğin namusu, hizmetkârı, annesi ama asla kendisi olamamıştır. En derin düzeyde din, insanın varoluşsal arayışındaki yolculuğu içsel bir keşfe yönlendirmek yerine dışsal biçimlere, sembollere ve otoritelere yöneltir. Bu haliyle de, bireyin zihni tarafından yaratılmış bir aldatmacaya dönüşür. Hakikat, içeride aranmak yerine dışsal dogmaların içinde yok olur. Bu da bireyin kendi deneyimini, sezgilerini ve bilinç genişlemesini yaşamaktan uzaklaşmasına neden olur. Kadın için bu aldatmaca çok daha derinlemesine işler, çünkü ona kendi iç sesiyle bağlantı kurma hakkı dahi tanınmaz.
Bu durum, özellikle radikal dinlerde daha da belirginleşir. Radikal dini yapılar, kendilerini mutlak doğru ve tek hakikat olarak konumlandırarak inananlarına özel seçilmişlik duygusu verir. Bu, narsisistik kişilik yapısıyla paralellik gösterir; çünkü birey aşırı bir kişisel önemlilik hissiyle yüceltilir. Radikal dinler eleştiriye kapalıdır; sorgulayanlar dışlanır ya da cezalandırılır. “Biz ve onlar” ikiliğiyle dünyayı bölerek dış dünyaya düşmanlık besler ve böylece narsisistik egonun kendini koruma mekanizmalarını besler. Bireylerin düşünce ve davranışları sıkı kontrol altına alınır; böylece kişisel gerçeklikler yerini dogmatik gerçekliklere bırakır. Kadınlar ise bu yapının en aşağısında konumlandırılır; yaşamları sürekli olarak denetim, utanç, suç ve itaate indirgenir. Radikal din kadını kadına düşman eden bir mekanizmaya dönüşmüştür. Kara çarşaflı kadın din jandarmaları, şeriat yasalarına karşı çıkan kadınları yakalayıp işkence etmekten adeta zevk alır hale gelmişlerdir.

Bilim, insanlığın en özgür alanıdır çünkü dogma değil, merakla çalışır. Henüz açıklanamayan birçok olgu vardır; ancak bu bilinmezlik, onları ilahi ya da kutsal yapmaz. Bilim, açıklayamadığı şeyi “Allah bilir” diyerek kapatmaz; aksine onun üzerinde ısrarla çalışır. Doğa yasaları rastlantısal değildir, anlaşılmayı bekleyen bir zekânın izlerini taşır ama bu zeka dışarıdan gelen değil, içeriden yükselen bir bilinçle ilgilidir.
Kuantum fiziği, gözlemcinin gerçekliği etkilediğini ortaya koymuştur. Yani, hakikat mutlak bir dış gerçeklik değil, bilincin katıldığı bir oluşum sürecidir. Bu, insanın dışsal dogmalarla değil, kendi farkındalığıyla evreni anlamlandırdığını gösterir. Gözlemci etkinliği, determinizmi bozar; bu, dinin mutlak kader ve mutlak doğruluk iddialarına açık bir meydan okumadır. Kuantum düzeyde belirsizlik, olasılık ve etkileşim vardır; her şey değişebilir, dönüşebilir, yeniden yaratılabilir. Ve bu potansiyel, inancın değil! Tümüyle “farkındalığın” alanındadır.
Din, dışsal bir mutlaklıkla dünyayı dondururken; kuantum, içsel bir potansiyelle dünyayı canlı ve katılımcı kılar.
Bu nedenle dinin bilimin yerini aldığı her alanda zihin donar; kadın bastırılır; birey silinir.
Ama bilimin içine kuantumun sunduğu bilinç katmanı yerleştiğinde, insan artık sadece gözlemleyen değil, aynı zamanda yaratandır.
Ve işte bu, dinin asla kabul edemeyeceği bir özgürlüktür.
Sonuç olarak, din enfeksiyonu insan bilincinin evrimini engelleyen, bireyselliği yok eden ve narsisistik yapıyı güçlendiren sosyal bir virüstür. Kadınlar bu virüsün hem taşıyıcısı hem de en ağır mağdurları hâline getirilmişlerdir. İnsan bilincinin gerçek anlamda evrimi, korkuyu aşmak, sorgulamayı cesaretlendirmek, özgür iradeyi kabul etmek ve bireysel hakikat arayışına yönelmekle mümkün olur. Bilimin açıklayamadığı şeylerin ilahi müdahale sayılması, hem bilimin hem de inancın özüne zarar verir. Bu nedenle, insanlığın evrimi için özgürlük ve bilinç açıklığı temel alınmalı, dogmatik yapılar yıkılmalı ve bireysel deneyimlerin gücü özellikle de kadınların bastırılmış sezgisel bilgeliği yeniden keşfedilmelidir.
Uyanılması gereken bir dönemdeyiz; kadının bilgeliği zincirlendikçe insanlık da karanlığa gömüldü.
Bu yüzden şimdi,
Bizi dinden koru.


