Bazen yapabileceğimiz en güzel şey, hata yaptığımızı kabul etmektir. Bunu hayatı boyunca yaptığı hataların üstünü örtmeye, onları öyle değilmiş gibi göstermeye çalışan biri olarak söylüyorum. Çünkü benim için hata yapmak, kaybetmek demekti. Kaybetmekse ölüm… Sonrasını bilmediğimiz karanlık sular yani…
Yıllar önce, henüz on dokuz yaşındayım. Üniversite için geldiğim İstanbul’da epey kapı gezdikten sonra nihayet Fatih’te kendime kiralık bir ev bulabilmişim. Yağmur yağdığında duvarları ıslanıyor, dosya kağıtlarına elimdeki renkli kalemlerle yapıp duvarlarına astığım karalamaların renklerinin birbirine karışmasından anlıyorum. En üst katta oturuyor olmama rağmen, fareler bir yolunu bulup evime giriyor. Yine de Akşemsettin Caddesi’ne bakan camımın önündeki ağacı, camımdan görünen rengarenk meyve ve sebzelerin gülümsediği manavı çok seviyorum.
Bir gece yine bir anlık kararla taşınmaya karar veriyorum. Tarlabaşı’nda bir ev bulunuyor. Ertesi gün gidip bakıyorum ve bir sonraki gün oradayım. O dönem takıldığım biri var, onun arabasına küçük buzdolabımı, birkaç eşyayı atıyoruz. Bir iki kere gidip geliyoruz. Hepsi bu! Tuttuğum evde iki çekyat, hatta bir de kitaplık var. E yeter bana! İşime de okuluma da yürüme mesafesi ayol! Daha ne olsun!
Gecenin üçü… Sakızağacı Caddesi’nde lüle lüle saçlarımı savurarak evime doğru yürüyorum. Sanki orası on ikiden sonra polisin bile girmediği Tarlabaşı değilmiş gibi… Korkmuyorum. Köşede trans kızlar iş tutuyor. Bir tanesi bana laf atmayı pek seviyor. “Çantası da pek güzel!”, “Ah, saçlarına bak sen!” diyor. Çok hoşuma gidiyor. Dönüyor, kızların arasında onu seçmeye çalışıyorum. Bir cıvıldamayla “Teşekkür ederim, iyi geceler!” diyorum. Pek çocuğum. Fark edilmek hoşuma gidiyor.
Yıllar geçti. Deliliklerim hiç bitmedi. Bir anda dağları yerinden oynattığım, geriye dönüp bakmadığım çok oldu. Geriye dönüp baktığımda görebileceğim bir şeyin kalmadığı da… Ben de bakmadım. Yanlış yaptığım, düşüncesizce hareket ettiğim zamanlar da oldu. Kabul etmek istemedim. Kendimi ölümüne savundum. Önce kendime… Çünkü yenik düşersem, ölürüm sanıyordum. Kendime ölümü yakıştıramıyordum.
Şimdi 32 yaşındayım. Çuvalladığım her anın daha çok farkındayım. Hem geçmişte hem bugün hâlâ… Şimdi korkmuyorum. Eskiden çuvalladığımı kabul edersem, kendimi bir daha sevemem sanıyordum. Çuvallayan insanlar sevilmez diye öğrenmişim. Şimdi bol bol çuvallıyorum. Hatta bazen bile bile yapıyorum. Her seferinde bir sürü şey fark ediyorum. Etrafımdaki insanları daha çıplak görüyorum. Kendimi de tabii… Çıplak insan seviyorum. Ha yok, öyle değil! Öyle de severim de, şu an demek istediğim o değil. Böylece yaşayıp gidiyorum.
Kendime daha anlayışlı olmayı öğrendim. Etrafımdakilere daha anlayışlı olmama da yardımcı oluyor. Kendine kızamayınca, insanın başkasına da kızası gelmiyor. Enerjimi kızmaya değil de daha iyi hissettirecek bir şeyler yapmaya harcıyorum. Bazen de bir çuvallıyorum. Sonra kendimle bir eğleniyorum, bir eğleniyorum. Senin neyine diyorum. N’apayım ama, seviyorum, istiyorum, hayallere dalıyorum, pek hoşuma gidiyor. Öyle işte, dedim ya, yaşayıp gidiyorum. Kendime de, herkese de daha az kızıyorum. Hata mı? Âlâsı! Yine de seviyorum. Sarılıyorum kocaman kendime, yeni bir tanesi ne zaman gelir diye bekliyorum. Yoksa dostlar meclisinde ne anlatıp da güleceğiz?