Sağlık kısmını bir kenara koyarsak hayat denilen yolculuğum roller coaster gibi geçiyor.
İnişler çıkışlar, dipler tavanlar, hayal kırıklıkları, çözümsüzlükler ve daha bir sürü saçma sapan dünyevi zırvalıklar. Sürekli kuyruğu dik tutma çabası, sağa sola yetişme ve hayatı ikame ettirme mücadelesi derken, “Hatırlamam gereken şey neydi?” Sorusu içinde cebelleşip duruyorum.
Sahi bu hayata neyi fark etmeye geldim? Neyi unuttum ki neyi hatırlayayım? İpuçları da kalmadı elde avuçta, varsa da nereye sakladım onu da hatırlamıyorum. Açıkçası, kuyruğunu yiyen yılan misali döngünün içinde dönüp duruyorum.
İyilik mi kötülükten çıkıyor kötülük mü iyilikten? Tanrı mı kendini parçaladı ben var oldum yoksa ben kendi parçalanmışlığımı bütünleştirmek için mi tanrı kavramını var ettim? Kimin doğrusu insanlığı kurtarır ya da insanlığın kurtarılmaya ihtiyacı var mı? Acı denen şey uyanış için gerekli mi yoksa bizler uyanmak için illa acının var olması gerektiğine inandığımız için mi acıtıyoruz yaşamlarımızı?
Sorular bitmiyor açıkçası, cevapları da varla yok arasında bir yerde! Sahi insan kendi için kurguladığı tüm o anlamlı varoluş hikayelerini sildiğinde elinde bedeninden başka ne kalacak? Hangi düzlemde kendi hakikatinin gerçekliğini idrak edecek? Nepal’de doğdu diye Budist olan bir çocuk, Amazonlarda dünya ile bağı olmayan bir kabilede doğsaydı ne olacaktı. Kimliğiniz ve inandığınız tüm şeyler size mi ait gerçekten? Yoksa yamalarla tam görünmeye çalışan beden yığınları mıyız?
Neyin kafasını yaşıyoruz insanlık olarak. Bir söz ediyorsun, oradan biri zıplıyor diyor ki “benim inancıma göre bu tanım hatalı”. Ben’im inancıma ne olacak peki? Ya da diğerlerinin inançlarına? Bütün cümleler ve düşünceler senin inancına göre mi dizilmeli ve ortaya dökülmeli. Bu bir özgüven patlaması mıdır? Yoksa en diplere kadar işlemiş cahillik belirtileri midir? Onu da bilemiyorum? Şu cümleyi “Bana ne senin inancından?” keyifle söylemeyi arzularım ama insanı da kırmaktan korkarım, her ne kadar o hadsiz bir şekilde yaklaşıyor olsa da bana, ben o hadsizliği sergilemeyecek kadar görüyorum onun yoksunluğunu. Derdimiz, had bildirmek değil had bilmek olunca bir sürü şey yutup duruyoruz şu hayatta. Oysa arada, o hadsiz şekilde gelenleri de silkelemek gerekiyor ki otursun yerinde kendi düşüncesi ve inancıyla hemhal olsun.
Ne diyorduk, neden geldik bu aleme ve neyi hatırlayacağız. Unutturuyorlar işte, öğretileriyle, ekonomik baskılarıyla, yarının telaşıyla, bugünün sancısıyla, dünün yaşanmışlığıyla öğretiyorlar. Kendileri olmasa da maşaları buna yardım ve yataklık ediyor. Karnı doymayan insan çocuğu, sana evrenin bereketinden ve bolluğundan bahsediyor. Toplum ve sistem tarafından yok sayılan, adaletin karşısına çıktığında güçlü olanların karşısında ezilen ve yok olan hatta mahkum edilen bireyler, her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu, ilahi sistemin böyle kurgulandığını savunuyor. Sonra kapını çalıyor ve senin “kral çıplak” demene kızıp kendi körlüğünü görmezden geliyor. Sonra sen hatırlamaya ve uyanmaya çalışıyorsun.
Son dönemde kendime en çok sorduğum sorudur? Ya öyle değilse? Ya dışarıdaki yüzbinler hatta milyonlar haklıysa? Sen boş ve amaçsız saçma bir yolculukta isen? Onlar uyanık ve dünyanın gerçekliğini yaşıyorsa ve sen uykuda rüyalar görüp başka bir şeyi gerçek zannediyorsan?
Milyonlarca kitap, yüzbinlerce yazar doğruyu söylüyorsa senin gördüğünü sandığın şeylerin tamamı zan’lardan ibaret ise? Ya öyle değilse? Hırsızlık bu dünyanın hakikati ise; hakları çalmak, sevgiyi çalmak, gerçekliği çalmak, parayı çalmak, zamanı ve emeği çalmak, eşyayı çalmak sonra adaletin karşısında güçlü durup salıverilmek insanın gerçekliği ise… Şiddet, savaş, katliam, cinayet, siyaset dünyanın asıl gerçekliği ise ve ben o gerçekliğin içine sızmaya çalışan bir virüs isem.
Kim, hangi gerçeğin gerçek olduğunu iddia edebilir ki? Ve kim gerçekten “kim olduğunu” hatırlayabilir ki? Çırılçıplak kalıp, tüm bilgileri ve tüm öğretileri ve tüm deneyimleri sildiğinde, açığa çıkacak olan şeyi kim bilebilir ki?
Her gelen öğrendiği şeyi anlatmanın ve onunla seni ikna etmenin derdinde iken, anlatan kişinin gerçek olduğunu kim iddia edebilir ki? Bu kadar yalanın ya da doğrunun var olduğu bir düzlemde iki nokta arasındaki uzaklığın, uzaklık olduğunu kim iddia edebilir ki?
Uyanmak istemiyorum kendi rüyamdan ve artık uyandırmak da istemiyorum rüyamdaki ben’leri. Her ne halim varsa göreyim diyerek devam ediyorum yoluma.
Yol benim yolculuk da. Haddini bilenlerin kapısını çalacağı bir “ruh sohbetçisi”yim… Ötesi berisi var ya da yok, umurumda bile değil, tek gerçek olana ve bu yazıyı buraya kadar okuyana “Merhaba”…
Merhaba Murat Bey, böyle güzel bir yazı sonuna kadar okunur ve bir daha okurlar ruh sohbetçileri.
İki defa okudum.
Had bilenlerdeniz evet, yalnız bazen de had bildirenlerden olmak gerekiyor.
Had bildirilmeyince, hadsizliği had biliyor insan oğlu ve kızı.
Her şey de olması gerektiği kadar olacak yaklaşımlar.
Evet o kadar kaos, bilgi karmaşıklığı var ki artık her alanda, aynen sizin hissettiğiniz gibi hissediyorum.
Bazen zihnimin kalabalıklar içindeki yalnızlığımdan dem vurmasından muzdarip oluyorum.
Ruhum onu yatıştırıyor tatlı tatlı, kendimden kendime sohbete yönlendiriyor.
Bedenim ikisi arasında dengeyi bulmaya çalışıyor.
Her gün denge hali olamıyor insanız
Ya ne bileyim işte Üstadım öyle bir şey
Ne anlatılıyor, ne de kelimelere dökülüyor.
Yaşanılıyor, farkında olarak aldığımız nefese şükür diyerek, elimizden geleni yapmaya çalışarak yaşamaya çalışıyoruz.
İnsan olmanın tek gayesi özümüzü anımsamaya gelmek değil mi?
Hakikaten her şey O’nun için.
Anımsamak,
Bayıldım bu kelimelerinize.
Kaleminize sağlık.
Ben de size katılıyorum
“Yol benim yolculuk da. Haddini bilenlerin kapısını çalacağı bir “ruh sohbetçisi”yim… “
Darmadağın eden bir yazı.. Bir o kadar da toparlayan! Şimdi neyi inşa etmeli diye soruyor insan! Belki de hiç dokunmamalı demeden de edemiyor.. Daha iyi nasıl anlatılabilirdi sorusu çok fazla gelir bu yazıya.. Kalbinize sağlık “Ruh Sohbetçisi”