Bir hikayem var, adı hepimizin özelinde bir sır. Bir kapı var, numarası hepimizin kalbinde gizli. Bir nur var, sahibi hepimizin isminde saklı. Bir gerçek var “benden” içeri. Kimine göre efsane bir hikaye, kimine göre Bir’in kapısı, kimine göre her yeri aydınlatan bir nur. Bana göre İsa’dan da öte, Muhammedi bilinçten de aşikar olan bir “ben.”
Bir yanağıma tokat attığında öbür yanağımı çevireceksem bu, “ben” hatırına olur mu? Ya da bana tokat atıldığında, o “ben“in hatırına ben de sana tokat atabilir miyim? Tüm mesele bu mu? Önce yanağını çevirmeyi öğren ve sonra sen de tokat at. Tüm bunlar bize ne anlatıyor?
Gelişiyoruz, öğreniyoruz, büyüyoruz. Kocaman çocuklar olduk. Evrildik çevrildik, sınandık, bildik, tanıdık, denedik. Peki olduk mu? Hayır. Böyle değil. Olmak, olana aittir. Oldurmaya çalışmak ise insana. Hal böyle olunca sahte kimlikler yarattık. Onları düaliteye hapsettik ve gerçek zannettik. İşte bu sihirli kelime için tüm tokatlar: “Zannetmek.” Tanrı zannetmez, bilir ve olan her şeye izin verir. Zannetmek insana aittir. Olması gereken tam da bu mu?
Bir yanağına tokat atana, öbür yanağını çevir!
Burası Hz. İsa’nın makamıdır. Alçakgönüllüğü öğrenmek için duyduğumuz bir öğretidir. Ya da tasavvufi açıdan yaklaşırsak mürşit; müridine, atılan tokada öbür yanağını çevirmeyi söyler. Böylelikle tasavvuf ehli ego benliğinden sıyrılarak her şeyi hak ile hak gözünden seyretmeye başlar.
Yeni bilinç farkındalığıyla açıkladığımızda ise; aslında özünde yine aynı şeyi zanlarımız (hayali benliklerimiz) üzerinden anlatmaktayız.
Zanlarımızı fark etmezsek onlar da bizim için “ben deneyimlediklerimin zannına göreyim” diyeceğimiz sahte bir bilinç ortaya çıkarırlar ve zanlar bizi sahiplenir. Burası çok tehlikeli bir alandır ve onlara başka bir vücut vermek suretiyle, özün sahte kimlik basmasına ve kapanmasına neden olur. Bundan dolayı hayatımızın döngüsü içinde onlarla geçirilen yaşamlar da bizi iki şeye maruz bırakır: Ya onları sev ya da onlarla savaş! Peki biz hangisini seçiyoruz? Savaş verdiğimizde bu yine biz değil miyiz? Kim kiminle savaşıyor. Kime direnç gösteriyoruz? Kendimize. Peki sevgiyle onlara kabul verdiğimizde kimi seviyoruz? Kendimizi. Burada zan ehli olmayı meşru kılmaya çalışmıyorum. Ayrımcı zihniyete girmemeyi kast ediyorum. Buna verilecek en önemli örnek şudur: Eğer biz bir kitaptan, öğretiden hatta bu yazıdan esinlenerek kendimizin kim olduğuna dair bir zanna kapılırsak bu birincil bir deneyim olur; ancak bunun ötesine geçmezsek o zaman o zannettiğimiz halimizle kalırız. Oysa her zan deneyimlenerek bırakıldığı sürece bir diğerini fark etmemizi sağlar. Bunun en derin anlamı nedir?
“Ben kulumun zannına göreyim” [1]
Zannettiklerimizi deneyimleyerek gelişir ve tekamül ederiz. Sonra yeni zanlar gelir ve hikayemizi yeniden, yepyeni ve biricik olacak şekilde deneyimlemeye başlarız. Bu bizim sırrımızdan açılacak olan kapıdır. Sonra o kapıdan geçeceğiz. Kim olarak? Zanneden bir insan olarak mı, özünü bilen tanrısal olarak mı? Eğer tanrısal olanla bağlantıya geçersek nur olan ilahi varlığımızla bütünsellik oluşturacağız.
Atılan tokada yanağını çevirmek bu zanların aslında kimden geldiğini bilmek demektir. Onlara diğer yanağımı çevirdiğimde bu onları kabul ettiğim içindir. Kabul vermek “Sen zan olsan da öze ait bir görüntüsün, çünkü kendimi deneyimlemek için seni ben yarattım” demektir ve o zaman “Ben kulumun zannına göreyim” anlam kazanır. Böylelikle özümle bir olduğumun gerçeğine uyanmaya başlarım.
“Attığın zaman da sen atmadın lakin Allah attı.” [2]
Bu, beşeriyetimizle, özümüzü zanlarla örttüğümüzü anlatacak en önemli ayetlerden biridir. Bedir Savaşı’nda Hz. Muhammed savaştığı ve adam öldürdüğü için çok üzgündü ve Allah’a “Ben ki böylesi ulu bir peygamberken adam öldürüyorum” dediğinde bu ayet inmiştir. Her şey O’dur ve O’ndan gelir. Bir’in örtüsünü aralayabilmek için zannettiğimiz tüm olmuş olan yine O’dur. Bu, Bir’in sırrıdır.
Bizlerin asırlık yolculuğunda aslında derinlerimize yatan en önemli gerçek “benden içeri” olan kavramı biliyor olmamızdır. Bu gerçekliği nasıl açacağımızı bilemediğimiz için sürekli hüsran halde egomuzla boğuşuruz. “Benden içeri” gerçeğine adım atamadığımızda sadece zihnimizle iletişimde oluruz. İşte burada yine çok önemli bir durum oluşur: Kısasa kısas.
Kısasa Kısas: Bir yanağına tokat atana öbür yanağını çevirme!
Zihnimizin içinden geçenleri hayatımıza dökmeye kalktığımızda durum gerçekten de vahim olur. İllaki bir süzgeç lazımdır. İşte bu süzgeç aslında çok önemlidir. Süzgeç, zihni süzmek için en ideal kelimedir. “Kısasa kısas” zihnimizle yüksek benliğimiz arasında yaptığımız savaştır. Zannettiklerimizi deneyimlediğimizde zihin bunları tutmaya ve yerine yenilerinin gelmesine izin vermez. Oysa gerçekte kısasa kısas, zihnin olmadığı ve ondan gelecek tüm ikilemlere özümüzden attığımız tokattır. Zihin bize tabi değildir ama öyleymiş gibi görünür. Biz de ona tabi değiliz, ama öyle öğrenmişizdir. Zihinle yapacağımız kısasa kısas, özdeki gerçeği tam olarak uyandırmak içindir. Buradaki tokattan maksat; onun illüzyonuna son vermek demektir.
Tasavvufi manada bakarsak; bir yanağına tokat atana öbür yanağını çevirmemek ya da senin de ona hemen tokadı yapıştırman; artık senin Muhammedi idrakle dolup taşman ve kendinden şüphe etmeden beşeriyetten gelen tüm vehmi [3] bitirerek, hak yolculuğundan ve kendi hakikatinden taviz vermemendir. Şüphesizlik noktası olarak açıklarsak daha yerinde olur.
Sonuç olarak toparlarsak;
“Mesnevi’ye göre zan ‘sanmak, tahmin etmek’ mânâsına gelir. 2 tane zan vardır.
- Hüsn-i zan, ‘kesin hüküm bulunmayan bir şeyi iyiye yorumlamak, iyiye de kötüye de yorumlanabilecek bir işe, güzel yönünden bakmak’ demektir.
- Bunun zıddı su-i zan olup ‘kesin hüküm bulunmayan bir şeyi kötüye yorumlamak, her şeye menfi yönden bakmaktır.’[4]”
Birinci kısma baktığımızda iyi ve kötü ayrımının bittiğini görürüz. Tamamen bir nötr enerji mevcuttur. Hz. Muhammed bir hadisinde “Allah’a hüsn-ü zan ibadettir” demiştir. Çok açık bir anlatım değil mi? Zihinden tamamen çıkınca yapılan her eylem, ibadet ya da derin meditasyonlar içsel yolculuğumuzda bizi yine kendi içimizin derinliklerine taşıyor. Kesin hükmü bulunmayan bir şey nedir? Zannettiğin hiçbir şeyin kesin hükmü yoktur. Düaliteden baktığın zaman iyi-kötü vardır, ancak yüksek bilinçte olan her şeye diğer yanağını gönlünden uzatırsın; zira bu başına kötü bir şey geliyor anlamına gelmiyordur. O zaman korkusuzca diğer yanağını rahatlıkla çevirebilirsin.
İkinci kısma baktığımızda diğerinin tam zıddı olduğunu söylüyor. Buraya atılan tokat zihnedir. İyi ve kötü bildiğin her şeye yüksek bilincinden tokadı atabilirsin. Deneyim içinde olduğunun bilincinde, tanrısallığından asla taviz vermeden yolunda şüphesizce yürümenin zevkini çıkarabilirsin. Gelen her şey iyidir, haktandır. Kendi nefsinden gelenlere de yine tokadı kendi benliğinden atabilirsin.
Eğer kişi ‘zan’ duygusunu iyi ve kötü enerjilerden özgürleştirebilirse, yaşamı adeta Cennet neşesine döner. Buna karşılık insan “zanni benlik” hapishanesinde kalırsa yaşam onun için cehennemdir!
Siz hangisini seçiyorsunuz?
[1] Hadis-i Şerif
[2] Elmalılı 8:17. “Sonra onları siz öldürmediniz, lâkin Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, lâkin Allah attı. Bu da müminlere güzel bir imtihan geçirtmek içindi. Allah işitendir, bilendir.”
[3] İnsan denen varlıktaki en perdeleyici kuvvet.
[4] http://www.risale-inur.org/yenisite/moduller/risalesoru/