Atalarımızdan Bizlere Kalanlar

Geçmiş asla ölmüş değildir. Geçmiş, geçmiş bile değildir.

-William Faulkner, Bir Rahibeye Ağıt

Yaşadığımız travmatik olayların en önemli özelliklerinden biri, onları anlatmak ve anlamak konusundaki yetersizliğimizdir. Ya unutmak isteriz, ya gömeriz, ya yaşamı ya insanları suçlarız ya da hafızamızı kaybederiz. Tabi ki mecazi anlamda kaybederiz, işin özü kaybetmek isteriz. Biz unuttuğumuzu zannederken aslında yaşadığımız olumsuz hayat deneyimleri bedensel hisler, duygular ve sözcükler halinde ruhumuzda bir yerlere dağılır, depolanır ve en ufacık bir tetikleyici ile aktif hale gelir. Sanki hiç gitmemiş gibi kendini yeniden ilk günkü tazeliğinde hissettirir; hatırlatır. Ve birden bilinçsizce, bazı insanlara ya da durumlara geçmişi yansıtan o tanıdık yollarla tepki verdiğimizi fark ederiz.

“Ama ben bu olayı unutmuştum, neden şimdi yine onu hatırladım!” diyebiliriz. İşte bize geçmişte kalmış gibi gözüken o travmatik deneyim, sanki hiç gitmemiş gibi geri gelmiştir.

Psikoterapilerde bu durum, bilinçaltı kavramı ile açıklanır. Yaşadığımız olumsuz deneyimlerin etkileri bilinçaltında depolanır ve tetikleyici ile birlikte tekrardan su yüzüne çıkar. Psikanalizin kurucusu Freud ve çağdaşı Jung, bilinçaltımızda kalan şeylerin asla yok olmadığına ve yaşamlarımızda kader ya da talih şeklinde yeniden ortaya çıktığına inanmıştır. Hatta Jung; “Bilinçli olmayan ne varsa, kader olarak deneyimlenecektir.” Demiştir.

Enerji terapilerinde ise her şeyin enerji olduğu gerçeği göz önünde tutularak, bu yaşanılan travmatik deneyimlerin, enerji bedeninde (Fiziki bedenimizi saran bizi dış etkilere karşı koruyan ve tekamülümüzü destekleyen zarımsı bedendir.) iz bıraktığı ve bu izlerin blokaj şeklinde bu bedende kaydolduğuna inanılır. İşte kaydolan bu blokajlar ise sterotip yargılar, inanç kalıpları ve duygular şeklinde ortaya çıkar; sağlıklı enerji akışını keser ve hayatımızı negatif anlamda etkilemeye başlar. Amaç ise bu negatif enerjilerin, pozitife dönüştürülmesidir. Böylece enerji bedeni blokajı dönüştüğünde, kişinin hem ruhu hem de bedeni iyileşecektir. Aynı zamanda hayat standartı da yükselecektir.

Kişi hangi tür tedavi yöntemini kullanırsa kullansın artık insan ruhunu baz alan çoğu tedavi yöntemlerinde olaya sadece kişi bazında bakmamak ve resmi daha büyük görme ihtiyacı doğmuştur. Yani kişinin yaşadığı sorunlara, ailesi ve içinde bulunduğu toplumun da etkisi göz ardı edilmeden bakılmalıdır. Özellikle, terk edilme, intihar, kardeş ölümü, tecavüz, soykırım vb… Etkiler, bir nesilden diğerine aktarılabildiği, birçok çalışma ve bilimsel araştırmalar ile de desteklenmiştir.

Aşağıda Mark Wolynn’in danışanlarından biri olan Jesse’nin hikâyesi tam da bu durumu destekler niteliktedir:

Jesse yıldız bir atlet olduğunu ve hep notları A olan çok iyi bir öğrenci olduğunu ancak inatçı uykusuzluğunun sürekli bir düşüş başlatarak onu depresyona ve umutsuzluğa sürüklediğini anlattı. Bunun sonucu olarak okuldan ayrıldığını ifade etti ve kazanmak için çok çalıştığı beyzbol bursunu da kaybetmişti. Geçtiğimiz yıl boyunca, üç doktor, iki psikolog, bir uyku kliniği ve bir natüropati doktoruna gitmişti ve bunların hiçbiri, herhangi bir gerçek iç görü veya yardım sağlayamamıştı. Ona uykusuzluğunu neyin tetiklemiş olabileceği hakkında bir fikri olup olmadığını sorduğumda, ‘hayır’ anlamında başını iki yana salladı. Jesse’nin her zaman uykusu kolaylıkla geliyordu. Sonra, on dokuzuncu yaş gününün hemen ardından bir gece birdenbire sabaha karşı saat 3:30’da uyanmıştı. Donuyordu, titriyordu ve ne denediyse bir türlü ısınamıyordu. Üç saatin ve birkaç battaniyenin ardından, Jesse hala tamamen uyanıktı. Sadece üşümüş ve yorgun değildi aynı zamanda da daha önce hissetmediği tuhaf bir korkuya kapılmıştı. Öyle bir korku ki eğer kendine, uykuya dalarsa, korkunç bir şey olacak gibi geliyordu. “Eğer uykuya dalarsam asla uyanamam.” Kendisini uykuya dalacak gibi hissetiği her an bu korku onu uyandırıyordu. Jesse’nin anlattıklarında dikkatimi çeken alışılmadık bir detaydı. Bunu ilk kez yaşadığında en başta çok fazla üşüdüğünü “Donuyordum.” Diyerek ifade etti. Bunu Jesse ile incelemeye başladım ve ona ailede her iki taraftan da herhangi birinin üşüme, uykuda olma veya on dokuz yaşında olma durumunu içeren bir travma yaşayıp yaşamadığını sordum. Jessse yakın zamanda annesinin ona varlığını bile bilmediği amcasının, babasının ağabeyinin trajik ölümünü anlattığını açıkladı. Colin amca Kanada’nın Kzueybatı Bölgesi’nde yer alan Yellowknife’ın Kuzeyi’nde bir fırtına sırasında elektrik hatlarını kontrol ederken donarak öldüğünde sadece on dokuz yaşındaydı. Kardaki izler onun dayanmak için mücadele ettiğini gösteriyordu. Sonunda, kar fırtınasında yüzükoyun olarak, hipotermi(vücut ısısının düşmesi) nedeniyle ölmüştü. Şimdi otu yıl sonra Jesse hiç bilmeden Colin’in ölümünün özelliklerini, özellikle de bilinçsizlik haline kendine bırakmak konusunda duyduğu korkuyu tekrar yaşıyordu.

Bir başka örnek ise kendi danışanımdan vermek isterim; ismini ve kimlik bilgilerini değiştirip yazacağım bu kişinin, hali vakti yerinde ve belli bir toplumsal statüsü olan biri olduğunu da ayrıca belirtmeliyim:

Ayşe 45 yaşında genç ve belli kariyer olan başarılı bir kadın. Fakat sürekli sevilmeme ve istenmeme duyguları ile mücadele ediyor. Artık durum öyle bir boyuta gelmiş ki toplum içerisinde konuşmasını bile etkilemeye başlıyor. Bana geldiğinde oldukça mutsuz ve omuzları düşük bir profil çiziyordu. Enerji terapisine başladığımızda annesi ile ilgili bazı ufak noktalar yakaladım. Genelde ondan pek sevgi ile bahsetmiyor hatta onu görmezden geliyordu. Bir süre sonra terapide ilerlerken anne karnı ile ilgili anısına gittik. Bu anısında annesi ona hamileyken onu istemediğini defalarca dile getiriyor ve onu düşürmeye çalışıyordu. Ayşe’nin bu anı sanki dün gibi aklındaydı. İşin ilginç tarafı ise, daha cenin iken bunun farkındalığına varmış olmasıydı. Bu durum istenmeme duygusunun da kök sebebini bize açıklıyordu. Daha sonra annesine danıştığında ise gerçekten böyle bir istenmeme durumu yaşandığı ortaya çıktı.

Atalarımızdan bizlere kalanGörüldüğü üzere Mark Wolynn’in danışanı örneğinde, birbirinden alakasız ama kan bağı ile bağlı iki aile bireyinin yaşamlarının, birbirlerini nasıl etkilediğini görmüş oluyoruz. Ayşe örneğinde ise, anne karnında bile, bebeğin nasıl travmatik deneyim elde ettiğine şahit oluyoruz. Birçok terapist aile geçmişi ile ilgili bilgileri sorgularken, aslında olayın basit bir çocukluk travmasından daha derinlerde olabileceğini atlıyor. Tıpkı Jesse’nin ve Ayşe’nin hikâyesinde olduğu gibi. Ama son zamanlarda yapılan çalışmalar bu durumun ne kadar önemli olduğunu bize bilimsel anlamda da kanıtlar nitelikte.

Hücresel Biyoloji, Nörobilim, Epigenetik ve Gelişim Psikolojisi alanlarındaki en son gelişmeler, kişinin yaşadığı ruh sorununu en az üç nesil geriye giderek incelenmesi gerektiğini savunmaktadır. Örneğin; Psikiyatri ve Nörobilim alanlarında profesör olan ve özellikle Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) konusunda çalışmalar yapan Rachel Yehuda, soykırımdan kurtulanlar ve onların çocuklarında TSSB’nin nörobiyolojisini incelemiştir. Yehuda ve ekibi, soykırımdan kurtulmuş TSSB’si olan kişilerin çocuklarının benzer şekilde düşük kortizol (Bir travma yaşadıktan sonra vücudumuzun normalde dönmesine yardımcı olan stres hormonudur.) seviyeleri ile doğduğunu ve bir sonraki neslin de TSSB belirtilerini gösterme konusunda yatkın hale geldiklerini bulgulamışlardır. Bir başka araştırma ise Psikiyatrist Dr. David Sack tarafından yapılmıştır. David Sack, “Psychology Today” dergisinde yayımlanan yazısında travmanın geçmişten uzanarak yeni bir kurban seçme gücünün olduğunu ve travma sonrası stres bozukluğu ile mücadele eden bir ebeveynin çocuklarının da TSSB geliştirebildiğini ve bunun da ikinci TSSB olarak adlandırılabileceğini söylemiştir. Ayrıca David Sack, Irak ve Afganistan’da görev yapmış ve TSSB gelişen ebeveynlerin çocuklarının yaklaşık %30’unun benzer belirtilerle mücadele ettiğini bulgulamıştır. Yani ebeveynin travması, çocuğun travması haline gelmiş ve çocuğun davranışsal ve duygusal problemleri, aynı zamanda ebeveyninin durumunu aynalamıştır.

Tanrı çok zor sinirlenir, o sonsuz sevgi ile doludur ve her günahı, isyanı affeder. Fakat suçu affetmez. O anne-babaların günahlarını çocuklarına yükler.” İncil- New Living Translation (14:18)

Alman psikoterapist Bert Hellinger elli yıldan fazla sürece aileler ile yaptığı çalışmaların sonucunda biyolojik aile üyelerinin ortak bir bilinci paylaştığını görmüştür. Hellinger herhangi bir ebeveynin zamansız ölümü, terk edilme, intihar gibi travmatik durumların tüm aile sistemimiz üzerinde nesiller süren iz bıraktığını gözlemlemiştir. Ama sistem öyle bir işliyordur ki örneğin; iki kardeş olarak doğan çocukların her ikisinde de bu travmatik deneyimlerin gözükmesi şartı yoktur. İlk doğan çocuğun bu etkiyi alması daha kolay iken, sonradan doğan çocuk başka bir deneyimi almaktadır ya da hiç almamaktadır. Bu durum da biraz karmik süreçler ve tekâmül ile ilgili olabilmektedir. Herkesin hayat sınavına göre de bu tarz deneyimler kişiye daha doğmadan önce aktarılabilmektedir. Ayrıca Hellinger, ailede önceden yaşanan bir olayın bir sonraki nesilde tam bir kopyasının illa yaşanacağını da düşünmemektedir. Aileden biri suç işlediğinde bir sonraki nesilde doğan biri hiç fark etmeden bu suçu, başka bir yolla ödeyebilmektedir.

Ebeveynlerim, büyükanne, büyükbabalarım ve daha uzak atalarım tarafından tamamlanmamış, cevaplanmamış halde bırakılan şeylerin ve soruların etkisi altında olduğuma kuvvetle inanıyorum. Sıklıkla, bir ailede ebeveynlerden çocuklara geçen kişisel olmayan bir karma var gibi görünür. Bana her zaman, önceki nesillerin yarım bıraktığı, tamamlamam veya belki de devam ettirmem gereken şeyler var gibi gelmiştir.

-Carl Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler

Peki araştırmalar sadece travma sonrası stres bozukluğu ile mi ilgiliydi? Tabi ki hayır. Genler konusunda araştırma yapan hücre biyolojisi uzmanı Bruce Lipton, annenin hamileyken hissettiği duygulardan oluşan hormon ve bilgi sinyallerini plasenta vasıtası ile bebeğine aktardığını keşfetmiştir. Özellikle hamileyken anne, yoğun stres, öfke ve korku gibi güçlü negatif duygulara uzun süreli maruz kaldığında, doğacak çocuğunda da bu izlerin gözlemlenebildiğini keşfetmiştir. Lipton, bu sonuca fareler üzerinde yaptığı deney ile varmıştır. Farelerle yaptığı deneyde, erken yaşta istismar, ilgi ve sevgi eksikliği farede beyindeki depresyonla ilgili gelişmekte olan ve olgun nöronların hayatta kalmasını, büyümesini ve farklılaşmasına yardım eden; küçük proteinlerden veya peptitlerden oluşan biyomoleküllerin metillenme seviyesini arttırdığını gözlemlemiştir. Bu durum ise bu biyomoleküllerin daha az üretilmesine sebep olmaktadır. Böylece kötü muamele görmüş yavru fareler sorunlu bireylere dönüşmektedirler. İşin ilginç yanı bu farelerin çocuklarında da bu değişiklikler görülmektedir. Bu demektir ki; çocuğa hatta anneye hamileyken yapılan kötü muamele, zincirleme bir değişimi tetiklemektedir. Lipton, sadece yaşanılan travmatik yaşantılar ve kötü muameleler değil; düşüncelerimiz, duygularımız ile de DNA’mızı etkileyebildiğimizi söylemiştir. Burada hemen şu soru aklımıza geliyor: DNA’nın işleyişini duygu ve düşünce gibi soyut kavramlarla nasıl etkileyebiliyoruz?

Günümüz ana akım bilimi, DNA’nın sadece protein bilgisi işleyerek bu bilgileri yeni nesillere aktardığını düşünüyordu. Fakat son zamanlarda yapılan araştırmalarda DNA’nın çok küçük bir yüzdesi bu görevi üstleniyordu, geri kalan kısmın da ne tür işlemler yaptığını bilenemeyince o bölgelere “Protein Kodlamayan DNA” ya da “Çöp DNA” adı verildi. İşin ilginç yanı genomun % 98’ine yakın kısmını oluşturan bu Çöp DNA’nın, kalıtımlar yolu ile aldığımız duygusal, davranışsal ve karakteristik özelliklerinin birçoğundan sorumlu olduğu keşfedildi. Sadece kalıtımsal da değil, günlük hayatta yaşadığımız stres, yiyecekler, çevresel faktörler, toplumsal olaylar da bu DNA’da değişikliklere sebep olmaktaydı. Bu durumda, Çöp DNA’nın değişmesi nasıl sağlanıyor dediğimizde, sorunun bizi tek bir cevaba götürdüğünü görüyoruz: ENERJİ.

Atalarımızdan bizlere kalanYukarıda da bahsettiğim gibi duygu ve düşüncelerimiz birer enerjidir, dolayısıyla ağzımızdan çıkan bir söz bile ruhumuzu ve bedenimizi etkilemektedir. Aynı şekilde yiyecekler de birer enerjidir. Somut bir enerjidir. Yandaki görselde insanın enerjileri nasıl aldığını görebiliyoruz. Gördüğünüz gibi yiyecekler, nefes hatta güneş ışığı bile insana enerji olarak yansımaktadır. Yani insan vücudu enerji ile çalışmakta ve yönlendirilmektedir. Hatta biri hakkında kötü söz bile söylesek, bu o kişiye değil bize zarar vermektedir.

Burada Einstein’ın şu sözü tam da durumu açıklamakta aslında; “İnsanlar, ağzından çıkan cümlelerin, beyninden çıkan düşüncelerin, bütün evreni dolaşıp tekrar kendine geri döndüğünü bilse, eminim çok daha dikkatli olurdu.”

Gerek düşüncelerimiz, gerek duygularımız, gerekse bu hayatımızda ya da ebeveynlerimizden bize kalan travmalar, birer enerji ise onları dönüştürme şansımız neden bizim elimizde olmasın?

Kendinize şu soruları sorun:

-Şu an ne hissediyorum?

-Bunu daha önce hissettim mi?

-Neye ihtiyacım var?

-Annem ile babama karşı ne hissediyorum, yanımda olmasalar bile onları gözümde canlandırdığımda ne hissediyorum, bedenim ne hissediyor?

-Annem ile babamın hayatı nasıldı, onlar kendi anne ve babalarından nasıl bir sevgi aldılar?

-Eğer anneniz ve babanız, kendi anne ve babasını erken yaşta kaybetmiş veya sevgisiz büyüdülerse, size sevgilerini gerçek anlamda aktarmaları mümkün müdür?

Bu sorular biraz da olsun kendi içsel dünyanızda farkındalık sağlamak için araç olabilirler. Fakat detaylı analiz için bu konuyla ilgilenen terapistler ya da enerji terapistlerinden yardım alabilirsiniz.

Sonuç olarak ister kalıtım yoluyla ebeveynlerimizin travmalarını taşıyalım, ister duygu ya da düşüncelerimizle bu deneyimleri kendimiz yaratalım, bir şey çok açıktır; “Hayat bizi çözülmemiş durumlar ile geleceğe gönderir.” Çözmediğimiz müddetçe de, hayatımız tam olarak planladığımız gibi gitmeyecektir. Niyet edeceğiz fakat niyetlerimizin neden gerçekleşmediğini sorgulamadan, kendimizi günlük hayatın ritmine kaptırarak yaşayacağız. Çoğumuz iyi bir ilişki arzu edeceğiz fakat bir türlü ilişkimizi sağlıklı götüremeyeceğiz ya da sağlığımızın iyi olmasını arzu ederken neden hala sigara içmeye devam ettiğimizi anlamlandıramayacağız. Fakat farkına varıp çözmek istediğimizde ise, kapılar bizlere ardına kadar açılacak.

 

Yararlandığım kaynaklar:

Seninle Başlamadı – Mark Wolynn

http://www.bilim.org/

http://okyanusum.com/

https://www.muhendisbeyinler.net/

https://insanveevren.wordpress.com/

https://www.bbc.com/

 

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Would love your thoughts, please comment.x