İnsanlar neden yaşamlarından vazgeçerler; onları bu davranışa ne sürükler?
Bu bir çaresizlik mi?
Yoksa aslında bu insanlar, arkalarında bir iz mi bırakmak isterler; yani bu bir manifesto mu?
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), dünyada her 40 saniyede bir intiharın, her 3 saniyede ise bir intihar girişiminin gerçekleştiğini, son 45 yılda intiharların %60 civarında arttığının ve intiharın tüm dünyada ilk on ölüm nedeni arasında yer aldığını bildiriyor. (Milliyet) Ülkemizde ise bu oran biraz daha düşük olmakla beraber, TÜİK’in verilerine göre son yıllarda % 50 artış göstermiş durumda. Özellikle gençlerimiz intihara daha yatkın hale gelmiştir.
Psikoloji literatüründe intihar; bir kimsenin, ruhsal ve toplumsal nedenlerle, yaşamına kendi eliyle son vermesi olarak tanımlanmaktadır. İntihar, yıllardır gerek sosyologların gerekse psikologların uğraştığı, üzerinde araştırmalar yaptığı bir olgu olmuştur.
Ünlü sosyolog ve sosyolojinin kurucularından biri olan Durkheim de bunlardan biridir. Ona göre intihar psikolojik gibi görünse de aslında toplumsal bir olgudur. Durkheim, toplumu ayrıştıran ve birleştiren olgulara odaklanır. Ona göre toplumda mekanik ve organik dayanışma vardır. Mekanik dayanışmaya sahip toplumlar bireyselliği överken, organik dayanışmanın egemen olduğu toplumlarda bireyselcilik kabul edilmez. Böylece bağımlılık-özerklik çatışması yaşanır ve bu da kişiyi intihara sürükler, der. Ayrıca Durkheim, akıl hastalığı ile intihar arasında ilişki olmadığını savunmuştur. Çünkü araştırmalarında erkeklere, kadınlara nazaran daha az akıl hastalığı teşhisi konulmasına rağmen daha fazla intihar ettiklerini ortaya koymuştur. Bu araştırmalarını ise “İntihar” adlı eserinde paylaşmıştır.
İntihar, hem makro hem mikro düzeyde yani sadece bireysel değil aynı zamanda toplumsal bir meseledir.
Mesela, canlı bomba da bunlardan biridir. Bu durum bir terör saldırısı olmakla birlikte aslında o kişi için bir çeşit intihardır. Bu tarz intiharlara manifesto da diyebiliriz. Çünkü bu terör eylemini gerçekleştiren kişi, bir amaç uğruna öldüğünü hatta şehit olduğunu düşünmektedir. Ve arkasında da maalesef kötü bir iz bırakmaktadır.
Aynı şekilde toplu intiharlar, tren raylarına kendini atan ya da gökdelenden atlamak suretiyle yapılan intiharlar, arkasında iz bırakan intiharlardır. Böylece kişi intiharını toplum içerisinde yaparak en azından öldüğünde, bir iz bırakmak ve duyulmak istemiştir. Ancak bu durumun en dramatik olarak yaşananlarından biri elbette birçok insanın toplu halde intihar etmesidir. Bunlardan biri ise Güney Amerika’nın Guyana şehrinde 1978 yılında gerçekleşen ve “Jonestown katliamı” olarak bilinen toplu intihardır. Jonestown kasabasında yaşayan People’s Temple (Halkın Tapınağı) Tarikatı’na mensup 900’den fazla kişi, tarikat liderleri Jim Jones (James Warren Jones)’un vaazı üzerine siyanür içerek intihar etmiştir. İntihar etmek istemeyen üyeler ise silahla vurularak öldürülmüştür. İnsanları bu motive iten şey neydi? Liderleri Jim Jones’un verdiği tek vaazla nasıl olur da 900’den fazla kişi hayatına son verebilirdi? İnsanları hayatlarından vazgeçecek kadar ruh hastası birinin sözlerine inanmalarındaki etken ne olabilir? İtaat mi, bağlılık psikolojisi mi yoksa Jim’in verdiği cennet vaatleri mi? İnsanlar cennete gitmek uğruna hayatlarına nasıl son verebildiler? Hayatlarından bu kadar mı bezmişlerdi? Kim bilir… Ama bu tarikata mensup bir çocuğun bu adam hakkında düşündükleri tüyler ürpertici cinsten: “Gerçekten de ona karşı saygı, korku ve şaşkınlık hisleri taşıyordum. Bir babadan öteydi. Anne ve babamı onun için öldürebilirdim.”
İntihara Etki Eden Süreçler Nelerdir?
Aslında intihara etki eden süreçler birbiriyle bağlantılı olmakla birlikte, karmaşıktır. Bu süreçler psikolojik, biyolojik, ekonomik ve toplumsal olabilmektedir. Hatta intihara yatkınlığın, genetik olduğunu savunan bilim adamları da vardır. Örneğin; annesi intihar eden bir çocuğun, intihar etmesi gibi… Burada kişi, annesinde olan bir psikopatolojik rahatsızlığının (örneğin; Şizofreni), genetik miras kalmasıyla da intihar eylemini gerçekleştirebilir ya da annesinin intiharına şahit olması ile yaşadığı travmatik deneyim sonrası bunu kaldıramayıp da intihar eylemini gerçekleştirebilir. Fakat enerjisel bağ(aile dizimi) ve karmik anlamda aileden bir bireyin, çocuklarını etkilemesi de söz konusu olabilmektedir. Hatta büyük büyük büyük anneannelerin ve dedelerin bile soyları üzerinde etkileri vardır. Boşuna “Dede koruk yer, torununun dişi kamaşır.” Denmemiştir. Size bu konuda yıllardır, yaklaşık 6,500 danışan üzerinde spiritüel öğretmenlik ve şifacılık yapan aynı zamanda yazar olan John L. Payne’in bir danışanıyla yaşadığı ve kitabında yazdığı anıyı paylaşmak isterim:
“Bir danışanım sık sık intihar etme duygusuyla mücadele ettiğini ve ruhsal gerçeği tüm yaşamı boyunca aradığını bildirmişti. Onun ailesi üzerinde çalışırken, annesinin kız kardeşinin doğduktan birkaç saat sonra öldüğünü öğrendik. Kimseye söz edilmemiş, bu aile içinde açıkça bir tabu konu olmuştu. Danışanım takımyıldızını oluştururken, ölmüş çocuğun temsilcine bakar bakmaz ağlamaya başladı ve “Sanki tüm yaşamım boyunca onu aramışım gibi hissediyorum” dedi. Ayrıca, şimdiye dek sırf yaşadığı için suçluluk duymuş olduğunu ve şimdi bunun nedeni açıkça anladığını da bildirdi.”
Bu örnekte gördürdüğümüz gibi danışan, ölmüş çocuğu bir biçimde temsil etmeye ve o çocuğun kaderini paylaşmaya başlamış. Bana bunun bilimsel olmadığını söyleyebilirsiniz fakat bu, yaşanmış bir durumdur. Henüz enerjilerin ve spiritüalitenin kabul görmediği ve safsata görüldüğü toplumumuzda bu inanılmayacak bir durum olabilir fakat bütüncül bir tedavi yaklaşımı her zaman danışan açısından daha sağlıklı bir yaklaşım olacaktır.
Toplum olarak bizim yanlış bir algımız vardır o da; intiharın genelde ağır ruhsal bozukluğu olan kişilerde daha çok görüleceğidir. Halbuki görünürde herhangi bir psikolojik rahatsızlığı bulunmamasına karşın intihar eden ya da teşebbüste bulunan birçok kişi vardır. Burada kişinin dayanıklılık ve mücadele düzeyi de etkilidir. Bu da genellikle kişilik yapısı ile bağlantılıdır. Örneğin; aile içi şiddet görüp direkt dayanamayıp intihar eden de olabilir bununla mücadele edip; bir şekilde tedavisini görüp iyileşmeyi seçen kişiler de vardır. Bu durumda genelde hayat ile mücadelesinde kişinin bakış açısı ve içsel motivasyon düzeyinin de etkili olduğunu görürüz. Karamsar olan ve içsel anlamda motivasyonu düşük olan bir kişi elbette iyimser ve içsel motivasyonu yüksek bir kişiye göre hayatın olumsuzluklarına bakış açısı ve sebat düzeyi daha yüksek olacaktır.
Peki ya spiritüel anlamda intiharı yorumlarsak nasıl olur?
Spiritüalizm ile ilgilenen şifacılar her insanın aura (enerji bedeni) olduğunu bilirler. Fakat zamanla daha doğrusu yaşanılan olumsuz durumlarla birlikte bu bedende bazı çatlaklar (blokajlar) oluşur. Bu çatlaklar büyüdükçe, enerji bedenimiz zayıflar, dışarıdan ve içten gelen etkilere daha açık hale gelir. Bir nevi bardağın dolması ve en ufak bir su bile alamayacak duruma gelmesiyle, su eklediğinizde taşması gibidir.
Mesela intihar girişiminde bulunan ama kurtulan Marie Lindsey’in aslında enerji bedeninde ne kadar blokaj taşıdığı sözlerinden de anlaşılabilir:
“İntihar girişimimden sonra ne hissettiğimi, ne düşündüğümü iyi biliyordum. Ama artık böyle hissetmek ve düşünmek istemiyordum. Durumumu iyi anlayamadıklarını düşündüğüm doktorlarla çok zor zaman geçirdim. Sanki ben hala uzanıyordum ve doktorlar da önlerinde benim hakkımda yazan hikâyeleri okuyorlar ve inanmıyorlardı. Sanki yaşadığım şeyleri uyduruyordum. Manik-depresyon tanısı konulduğundan, bir süre Lithium hapı kullandım. Bu haplar da, doğal olarak beni şişmanlattı. Hastaneden çıktığımda, beni zor bir dönem bekliyordu. İnsanlar bana, “Tecavüze uğradığına inanmıyoruz, Sana inanmıyoruz, İntihar teşebbüsüne bile inanmıyoruz, o bile gerçek değildi.” demeye başladılar.”
Marie, insanların ona inanmadığından yakınmaktadır. Yaşadığı tecavüz durumu zaten ağır bir durumken bir de etrafında güvendiği insanların ona inanmaması onu çıkmaza sokmuş ve en sonunda intihar etmiştir. Marie’nin enerji bedeni oldukça zayıflamış ve yıpranmıştır. Yaşadığı güvensizlik ve yalnızlık duygusu ve toplumun onu anlamadığını düşünmesiyle birleştiğinde işte bu sonuç ortaya çıkmıştır. Verilen ilaçlar belki beynindeki bazı kimyasalların salınımını durdurmuş biraz da olsun iyi gelmiş olabilir fakat sorunu maalesef çözememiştir.
Yine son örnek olarak intihar girişiminde bulunmuş ve kurtulmuş olan Natasha Win’in sözlerini paylaşmak istedim:
“Kendimi çok değersiz hissettim. Yaşamayı hak etmediğimi düşündüm. Söylediğim her şey, yaptığım her şey… Bilmiyorum… Rezil biri olduğumu ve bu rezalete son vermenin de ölüm olduğunu düşündüm. Eğer sizin de kız arkadaşınız ya da erkek arkadaşınız, bir gün size “Öldüreceğim kendimi!” derse, onu ciddiye alın. “Hep söylüyorsun zaten bunu!” demeyin.”
Bu örnekte de Natasha’nın yaşadığı yoğun değersizlik duygusu onu intihara sürüklemiş. Halbuki onun ilk ne zaman değersizlik duygusu yaşadığı, neden böyle hissettiği bilinse ve buna yönelik bir tedavi yaklaşımı izlense belki de hayatına son vermek istemeyecekti. Çünkü insanlar durup dururken böyle düşünmezler elbet bir olay sonrasında bu durumu yaşarlar. Duygular düşüncelere, ardından da eylemlere dönüşmektedir. Bu sebeple hissedilen şey gerçektir ve enerjidir. Umarım artık kapalı tedavi yöntemleri yerini daha bütüncül ve tabi ki insanın sadece biyolojik değil ruhsal bir varlık olduğu gerçeğini kabul eden tedavi yöntemlerine bırakır.