Bu konu çoktan kafamda dolaşıp duruyordu ve ifade edecek doğru başlangıcı aradım uzunca bir süre. Konuderin ve içine girdiğimde uzadıkça uzayacaktı, bunu hissediyordum. Hangi ifade tarzını seçsem (tarihi roman ya da felsefi eser) birkaç kitaplık içerik ortaya çıkacak gibiydi. Sonra çeşitli kaynaklardan okuduğum birçok hikâye ve bilgileri bir araya getirip ortasına birkaç ünlü insanın yaşamını koyarak bir başlangıç yapmaya karar verdim. Böylece ‘Doğu Bilgeliği’ serisinin başlangıç yazısı haline dönüşebilecekti bu yazı. Bu yazı dizisi içinden ne çekip çıkarabilirseniz sizin seçiminiz olacak. Belki ileride benim ya da daha gayretli okurlarımızın yazmayı düşünecekleri kitabına kısa bir iskelet dahi olabilir, kim bilir?
Evvela şunu kısacık not düşelim buraya: Bilge için insanlarla yaşam ve ilahi vazife, birdir. Bazı vahiler tek insana değil topluma iner. Sina dağındaki vahi mesela tek Musa’ya değil altı yüz bin kişilik topluluğa inmiştir. Fakat herkes kendinde bu ‘inmiş’ bilgileri tutamaz ve uygulayamaz… Konu liderlik konusunda da değil. Sancaktarlık insanın kendini seçilmiş hissetmesi ve içsel dürtülerinden dolayı eline sancağı almak mı? ya da kendinden başkasına kıyamadan vazifeyi bizzat kendi sorumluluğunda olmasını üstlenmek mi? Bunlar bir seçim meselesidir. Bunların dışında ayrıca liyakat konusu da var…
Dört bin sene öncesinde Babil’de yazılan hikâyelerden biri de şudur: Tanrıların tanrısı Bel yalnızlığından bunalmış. Kendi kafasını kesip leğene atmış ve üstüne biraz kül saçmış ve bu yolla insanı yaratmış… Bundan dolayı Sümerliler “Tanrının kafası vardı” derler.
Bu da insanlar arasında bin sene yaşayan Ra’nın sözleri: ”Kendimde ne varsa çıkarıyorum. Dünyadaki işleri düşünüyorum. Değişim başladı. Bir sene öncekiden daha zor. Hakikat dışarı atıldı ve yalansa ışıklar içinde. Susmak zordur… O ruhum benim! Yorgun birini tutmak faydasızdır.” Bu yazılar da dört bin sene önce Mısır’da papirüse yazılmıştır. Ra’nın o bin senelik hayatının sonunda kemikleri gümüşe teni altına kalbi ise insanların akılsız işlerini görmekten ve ıstırap çekmekten küle dönmüş diye yazıyor köhne papirüste. Sonra yılmış ve bir ineğe oturup insanları terk edip gittiği anlatılır. Giderken döktüğü gözyaşlarından Osiris ve İsis doğmuş: merhamet tanrılarıydı onlar ve insanlara az-çok bir şeyler öğretebilmek için ardında bırakmıştı onları, Ra…
Harakani Nasır Hosrav’a (Hasan Sabbah gibi İsmaili’lerden olan ünlülerden biri) demiş: “Aklın esiri olansın ki gerçek keşifler yapamazsın.”
Hosrav şaşkınlıkla demiş: “Ama akıl Allah’ın yarattığı ilk beyaz cevher değil midir ki sonradan tüm cihan ondan doğmuş?
‘O peygamberlerin sıcak aklıydı’ demiş Harakani Hosrav’a. ‘Senin aklın ise kalbin için soğuk mezardır’.
Akıl sözü altında rasyonel aklı kast ediyoruz. Sokrates’i kavramlar üzerinde düşünürken günlerce tek ayakta durup düşündüğü anlatılır. Bilgeler Meclisinde ona sürgün hükmü çıkarılmışken kendisi ölümü tercih etmiştir zehir içerek- akla olan hayranlığına bu sefer küsmüştür.
İbni Sina Harzem’deki Mamun akademisi adındaki ilim-irfan ocağında Beruni ile beraber araştırmalar yaparken onu kendi sarayına ısrarla isteyen Mahmud Gaznavi’den kaçarak İran’a gitmiş. O zamanlarının en güçlü hükümdarının sarayında kalmak ona bir esaret gibi gelmiş. Ama buna rağmen İbni Sina’nın hayatında bir emir’in (Şems ad-davli) vezir olma teklifini kabul etmiş ve onu bilgileriyle yönlendirirken ideal bir yönetimdeki devlet hayalini gerçekleştirme arzusuna kapılmıştır (1019 y). Maalesef genç emir onu dikkatle dinliyormuş gibi yapıp sonrasında kendi istediği gibi yol tutarmış. Hükmettiği Hamadan halkının saadeti için değil Zagros dağlarındaki halkları işgal etmek için uğraşmış ve bu onu n sonunu getirmiş. Bu olay İbni Sina gibi pozitif akıl sahibi insanın hayatını da tehlike altına atmış ve ruhen hüsrana uğratmıştır.
İbni Sina bir süre onu arayan düşmanlardan saklanmış ve o süre içinde 15 seneden beri tamamlayamadığı ‘Kanon’ kitabını yazıp bitirmiş. Yetmemiş 18 tomdan ibaret ‘Kalbin Şifa Kitabı’ nı başlamış. Günde 50 sayfadan yazarken fizik ve metafizik bölümlerini bitirmiş. (Sonradan bu kitap Ömer Hayyam’ın bütün ömür ayırmadan yanında taşıdığı tek kitap olmuş). O dönemden itibaren geri kalan 17 senelik hayatında İbni Sina 440 kitap yazmış (!) Ama bunlar onu saklandığı yerden bulup attıkları zindan döneminden sonra olmuş. Orada 42 yaşında bir kırılma noktası yaşamıştır bilge. Bu noktaya sonra yine döneceğiz.
Oradayken de yazmaya devam etmiş. Fakat şimdi şifreli yazıyormuş artık: ‘Yarasa’ – şöhrete aldanmayan altından gözleri kamaşmayan dürüst bilim insanları idi. ‘Yılan derisi’ – beden ve ya zihindi: gerçek ruhsal özü anlamak isteyen insan onu atmalıydı kendinden vs… Onun kitapları onları okuyanlar için felaket getirebilirdi yüzyıllar süresince – bu güzel insanları korumak istemişti üstat, zalimlerin zulümlerinden…
Sokrates demiştik. Rasyonel akla övgü överlerdi o dönemlerde. Ama Sokrates anladı ki bunalıma giden yoldur o. Sonradan Faust hakkındaki efsaneyi yarattı Alman bilgeliği. Ruhunu şeytana neden satmıştı o? Aklın sınırlarını genişletmek için mi? Ya bunalımdan ölmek ya şeytan mı dedi?
Karşımızda çeşit felsefi bilgilerle dolu testiler olduğunu düşünelim: en çok kullandığımız Aristoteles okulunun oldu. Ama tüm bu öğretiler-bilgiler tek bir kuyudan çıkarılmıştı ya?
Aha bu testi de Heraklitos’un: Küçük Asya’daki Artemis mabedinde rahipti. Fakat o mabet kutsal ateş ocaklarının üstünde kurulmuştu. Kendi inancına en sadık olan rahipler kendi kadim bilgilerini felaketlerden korumak için yeni dine ‘teslim’ olurlardı hep. Aslında asla teslimiyet değildir bu. Kendi işgalcilerini Ruhsal olarak ele geçirmekti. Heraklitos felsefesi aslen eski Zerdüşt bilgeliğidir fakat yeni zamanın görüş açısından gözden geçirilmiş ve yorumlanmıştı.
Pisagor… 22 yıl pars yönetiminde kalan Mısır rahiplerinin yanında okudu. 12 sene Babil esaretinde olduğunda Fars majisyenlerinden ilim öğrendi ve yine 10 sene Hintli bilgelerden ‘Veda’ları araştırdı – bu da ateşperestlerin bilgileriydi.
Demokritos da aynı şekilde baba mirasını Doğuya seyahat için harcadı ve Mısır’da hala (200 seneden beri!) parsların yönetiminde olan rahiplerin yanında sonra Babil’de ve Hindistan’da ilim öğrendi.
Plotin planlı bir şekilde Roma imparatoru Gardian’ın paralı askerliğine girdi ve orduyla Hindistan’a gitti. Burada Doğuda eski mazdaizm bilgilerinden emanasyon hakkındaki bilgileri aldı. Bununla vatanına geri döndüğünde Platon’un unutulmaya yüz tutmaya başlamış idealistik felsefesini canlandırmayı başardı (neoplatonizm). Farabi ve Kindi Plotin’in ‘Enneada’sını bilinçli şekilde Aristoteles’in eseri gibi göstererek geri Doğu’ya verdiler. Ki Aristoteles otoriteydi ve yeni felsefi sisteme ihtiyaç oluşmuştu toplumda…
İbni Sina da onun sadık öğrencisiydi. Ama sadece dolaylı yollardan kendi avlusunda olan kuyunun suyunu içiyormuş meğer. O tam 42 yaşında bunu anlamıştı nihayet.
‘Eğer filozof gri kağıda gri mürekkeple yazmaya başladıysa hayatın şekli eskimiştir’ der Hegel.
Peki 19 yy Avrupa’sı felsefesi yeni kıpırtısını nereden aldı dersiniz: Niyethsche ve Göte’nin en ünlü eserleri kendi temelini aldığı kuyu – Düperron’un Hindistan’a (Bombey) gidip oradaki bir avuç Zarduşti’lerin yanına sızarak gizlice kopyalayıp geldiği ve sonradan Fransızca’ya çevirdiği ‘Avesto’ dan değil mi?
Benim gizli ateşperest ve piroman olduğumu sanmayın sakın. Tasavvuf ve Şamanizm’e daha çok ilgim olduğu halde tüm inançlara aynı saygım ve sevgim vardır. Herhangi erdemli bir şeye inanan her kes beni mutlu eder. (Zaten ateşperestlik-mazdaizm-majilik ateşe tapmak da değildir. Güneşi tanrı olarak bilen ve onu kutsayanlardı onlar). Ben sadece her şeyi tarafsızca araştırırım. Derinliklerine inmeye ve gerçek bağlantılar kurmaya çalışırım. Yazdıklarım bilimsel kaynaklardan alınmıştır ve kıyaslanmıştır… Henüz hiçbir Bilimsel alanda-konuda kendi hülasalarımdan ötürü ahkâm kesmedim ve hiçbir iddiam yoktur. Sadece bilgileri takip ediyorum ve kendim de bir araştırmacı olarak merak ediyorum en başını ve en sonunu. Bu yazı geri kalan bilgiler için sadece bir giriştir. Devamı var.