İnsanın eriştiği ve içinde bulunduğu bilinç düzeyine bağlı olarak doğrusu da eğrisi de değişir. Cahil aklıyla insana doğru görünen şey, cehaletinin yarattığı acıyla yüzleştiğinde artık yanlış görünecektir. O halde acı orada olduğu sürece yanlışı, doğru bellemektesin demektir. Çocuk aklıyla insana doğru gelen şey, biraz olgunlaştığında artık yanlış ve saçma olacaktır. O halde hamlık orada olduğu sürece yanlışı, doğru bellemektesin demektir.
İnsanın içinde olduğu bilinç düzeyi yükseldikçe, yani insan olgunlaştıkça sadece doğrunun ve yanlışın tanımı değişmez. Bir zaman önce yanlış görünen şey, tadı buruk ya da acı da olsa, aynı zamanda insanı olgunlaştırmaya yardımcı koşullar da yarattığından, doğrunun bir parçası olarak görülmeye başlar. Yani yanlış denilen kavram yavaş yavaş silinmeye başlar. Yanlıştan dönmek ve yanlıştan öğrenmek; yanlışı doğruya bağlar. Dolayısıyla dünün yanlışı bugünün muhtemel doğrusudur.
Yanlış fikri silindikçe doğru-yanlış ayırımının yerini, deneyim ve onun lezzeti alır. İnsan bu ayrımı yapabilir olduğunda, bazen cehaletin bir başka formuna saplanıp kalır. Nasılsa doğru-yanlış diye bir şey yok; o zaman keyfime göre takılayım – nasılsa her şey deneyim.
Doğru ve yanlış vardır – eğer arzu ve tercih var ise. Çünkü arzulayan “kendince’ bir kıstasa (doğru/yanlış cetveline) göre tercihte bulunuyor demektir. Yani “her şey deneyim, nasılsa yanlış bir şey yok” diyerek arzularının peşinde koşan kişi, diliyle söylediğinin henüz idrakinde değil demektir. Ektiği deneyimden ötürü biçeceği sonuç, acı olacaktır. Çünkü ‘acı, arzuyu izler’. Ve o acı da bazen dile gelenin, idrake de uğraması içindir.
Doğru ve yanlış var ise insan öğrendiği nispetinde, doğruyu yaşamaktan ve yanlıştan sakınmaktan sorumludur. Zira bilgi güçtür ve güç, sorumluluktur. Bu sorumluluk, esasen insanın kendi özüne karşı sorumluluğudur. İnsan kaldıramayacağı yük ile sınanmaz.
Doğru ve yanlış işlevsizdir – eğer arzular dinmiş ve tercihler yapmak yerine olana teslimiyet ve her durumda memnuniyet hali var ise… İşin ilginci bu da, söylendiği kadar kolay idrakine varılası bir şey değildir. Hastalık varken; ayrılık, ölüm varken; can acısı varken bile olana teslimiyet ve memnuniyet hali içinde kalabilmek her yiğidin harcı değildir. Hatta değil düşman, artık dost dahi seni incitemiyorsa ham meyve dalından düşmeye durdu demektir.
Doğru ve yanlış işlevsiz ise sorumluluk yoktur. Zira birlik oradadır. Kimse kimseye yanlış yapamaz ve kimse kimseye bir şey de veremez. Kim, kime karşı sorumlu olacak ki? Olduğum, hayattan ayrı değildir ve ayıracak biri de yoktur.
PEŞİNDE KOŞMAK
Bir şeyin peşinde koşmak, peşinde koştuğun şeyi önemli ve öncelikli, geriye kalan her şeyi ise önemsiz ve ikincil yapmak demektir. Esasında bu, umduğun bir sonuca ulaşmak olasılığını yükseltmek adına, “at gözlüğü” takmaktır.
At gözlüğünün bir işlevi vardır. At gözlüğü, belli sınırlar dâhilinde, bir atın çevresel koşullardan en az düzeyde etkilenerek en yüksek hıza ve performansa ulaşmasına yardımcı olur.
Bir at gözlüğünün gizlediği asıl gerçeklik ise şudur; hayat görünenden çok daha fazlasıdır. O yüzden at gözlüğü takan kişinin dikkatli olması ve gözlüğün maliyeti, onun işlevsel getirisinden büyük olmaya başladığında, onu çıkartabilmesi gerekir.
Bir şeyin peşinde koşmak, o şey dışında kalanlara – kapanmak – demektir. Bir şeyin peşinde koşmak, sen orada olmadığın için asıl hediyenin seni bulamaması demektir. O halde hediyeye açık olmak, hediye peşinde olmaktan evlâdır.
İhtiyacın için, orada ve hizmetine hazır bekleyen dururken, başka bir şeyin peşinde koşmak, sadece körlük değil aynı zamanda açgözlülüktür. Çünkü ihtiyaçları karşılamak nispeten kolaydır. Bir noktadan sonra, sürekli aranıp duran, meşgul bir insan olmayı gerektirmez. Gözünü, susuzluğunun ötesindeki dipsiz kuyudan alamamak ve sürekli aranmak ise açgözlülüktür ve aç bir gözü, hiçbir sofra doyuramaz.
Sürekli daha fazlasını arayanların; kimisi oburluktan mustariptir; kimisi mala, paraya zaafından kuruyup gider; kimisi ten peşinde; hep sıradakine heves ederken hiçbir tende bir nefes sevgi bulamaz. Kimi şan şöhret biriktirir; kimi gençlik ve kimisi de aydınlanma telaşında, aranır durur. Oysa ihtiyacım olanlar; her gün bir kap yemek, başımı sokacak bir dam, sevgiyi paylaşacak bir yürek ve belki hayatın çarklarını döndürecek kadar sıkıntıdır.
Gözünü sadece ihtiyacın olanda tutmak demek, geri kalanı bırakabilmek ve hafif yaşamak demektir. Hafif yaşamak, “akışkan yaşamak” demektir. Açgözlülük ise zamanla derinleşen bağımlılıklar yaratır ve her türlü bağımlılık, insanın özgürlüğünden çalar; insanı “yapışkan yaşamaya” ve esasında ölüme götürür.
Dinmek bilmeyen bir hırstır açgözlülük ve yakıcı bir ihtiras… Kanaatkâr olabilmek ise büyük bir zenginlik…
Bir şeyin peşinde koşanlar, kayıptırlar ve mutluluk yutan birer girdaptırlar. O yüzden başarı, sonuç peşinde koşan insanlarla olma. Mümkünse başarı, sonuç peşinde koşan insanlardan da olma. Kendinden memnun ve iç değerlerini yaratıcı eylemlerle ifade etmeye hevesli insanlardan ol. Ve başkalarının girdaplarında kaybolma; temiz kal. Hatırla ki, sonuçları dert etmeyip anın getirdiğini kutsayarak yaşayanlar, ne süreci ne de sonucu ıskalarlar. Hayatı kutsayarak yaşayanlar, oyunun lezzetini alırken ve oyuna lezzet katarken, ‘yeterince’ sonuç da üretirler. Sahne aldıkları konseri bir an önce tamamlamak değil, şarkı söylemenin keyfi için yaşayanlar; şarkıdan ziyadesiyle mutludurlar ve yine de alkıştan yana nasiplerini alırlar… Bunu hiç dert etmeseler de…
İnanç öğrenilmiş ya da öğretilmiş bir düşüncenin, gerçekmiş gibi kabul görmesinden başka bir şey değildir. İnanç, hayatın akışkanlığı karşısında sağlam duvarlar örerek kendini güvende hissetmeye çabalamaktır. Özetle inanç; bildiğinden, kabulünden – ’emin olmanın’ – derecesidir.
İnanç, içinde daima küçük de olsa bir şüphe barındırır. Aksi takdirde onun adı inanç değil bağnazlık olurdu. Gerçekten bilen biri, şüphe taşımaz; kalben müsterihtir ve tamamıyla emin olduğundan, artık bir inanca gereksinim de duymaz. Gerçekten bilen, bilmeden bilir. O yüzden insan eğer korkacaksa, şüpheden ve merak etmekten değil boş inançlarından korkmalı.
İnançlarımızın gerçeğe dönüp türlü şekillerde karşımıza çıktığı ilişkiler ve hayatlar yaratırız. Aslında inandıklarımızı yarattığımız ve yaşadığımız bir uykuda sayılırız. Rüya ise bu uykuda olan bitene gerçekmiş gibi inandığımız için ve ona gerçekmiş gibi inandığımız sürece devam edip gider.
İnançlarımızı doğrulama eğilimimizi görene dek, bu rüyada, hiçbir şey öğreniyor sayılmayız. İnançlarını doğrulama eğilimini ve onun altında yatan, bir inanca tutunma ihtiyacını görebilen kişi, oraya ya da buraya ait olmadan – boşlukta telaşsızca durabilme – yeteneğine yaslanır. O kişi, bu rüyadaki en gerçek şeydir.
İnanç bazen, bilinemez olanı bilmeye giden yolun kapısını aralıyor gibi görünse de en çok yaklaştığı noktada, o kapıyı insanın suratına çarpar.
İnanç bir noktada engeldir. Çünkü insan, kendinden, bildiğinden, kabulünden – ona sorarsanız kendisinden – kolay kolay vazgeçemez. Çünkü insan, bilmediğinden korkar. Ve insan bu korkusuna rağmen bildiklerini bırakmadan ve hiçbir şey bilmediğini tamamıyla kabul etmeden, gerçekte olanı asla tam olarak bilemeyecektir.
İnançlarına düşünceyle ya da sözle saldırdıklarında sakin kalamıyor, kendini tahammül göstermeye zorluyor ya da karşı saldırıya geçiyorsan, en iyi ihtimalle savunma ihtiyacı duyuyorsan; inançların seni ele geçirmiş dogmalar, ölü fikirlerdir. Gerçek, zaman zaman insanı acıtsa da dönüştürür; inanç ise başta bir güvence hissi yaratsa da yavaş yavaş öldürür.
Dip çizgide inanç, bir engeldir. Çünkü inanç, ancak sessizlikte bulunabilir olanı örten, gereksiz gürültüdür. İnsan bunu fark etmese de tüm Dünya, kendi izin verdiği kadarıyla ve izin verdiği şekilde insana görünür ve insanın inanmayı seçtiği ses, en nihayetinde daima kendi sesidir.
O halde kendine; var olanın ötesinde; onun, bunun, bir bilenin, toplumun sözlerinden yapılma, karşılığı olmayan beklentiler üzerine kurulu, sahte bir iç ses yaratmaktan vazgeç. İçindeki propagandayı durdur. İnançlarını başka inançlara saparak da değiştirme; tamamen bırak. Hatta inançsızlığı da inanç edinme. Zira inançsızlık da inanmanın şekillerinden sadece birisidir. “Bu böyledir” demek ile “bu böyle değildir” demek, farklı yöne uzanan fakat özünde, birbirinin aynı olan, tek bir enerjidir.
İşte böylesi bir sessizlik içerisinde yeşeren şeyin adı, güvendir. Hayata güven, kendine güven, olana güven ve hatta kadere güven. O güven, her inançtan ötedir ve esasen bu güven ile dolup taşan kişi, gerçek inanç sahibidir. Çünkü korkuyla donup kalmak yerine risk alır ve gerçeği keşfetme merakından ve dolayısıyla hakikatten vaz geçmez.
Değil mi ki, doğrudan bilen kalbin sarsılmaz güveni dışında – her şey eksik ve her şey yalan; o halde tümüyle inançsız kal. Kalbinde, aklında, vicdanında artık geçerliliği olmayan, yaşamayan her inancın derinliklerine in ve hayatın akışkanlığına, özünün akışkanlığı ile cevap ver – uyum sağla. Böylelikle öğrenilmişi, yaşanmışa ve bilinemeyecek olanı sezilebilir olana çevir. Hatırla ki, hakiki olan senden inanç istemez; bildiklerini unutmanı ve bütünüyle masum olmanı ister.
Hakiki olan, senden bomboş ve sarsılmaz bir güven hissi içinde, sadece ona teslim olmanı ister. Aslında hakikatin bir şey istediğini söylemek doğru olmaz; hakikati dileyen her kim ise hakiki olmak, onun dileğinin gereğidir.
TESLİMİYET
İnsan çokça zaman ya mücadele içindedir ya da dışarıda kendini akıntıya bırakırken için için debelenmektedir. Ve insan sık sık, bu gelgitlerle örselenmişliğini ve kararsızlık içinde boş vermişliğini – teslimiyetle – karıştırır.
Bıraksan düşeceksindir. Bir yanın der ki “bırakma, diren, çaba göster”. Diğer yanın ise “hiçbir şey değişmeyecek ki” der ve yine de bırakamaz. Çünkü düşmek istemez ve düşkünlükten ölesiye korkar. Ne düşebilirsin ne de ilerleyebilirsin hakkını vererek. Oysa hayat, bütünüyle cömerttir ve hayatın hakkını verebilen, hak ettiğinden fazlasını alır bu yüzden. İnsan ya olgun bir meyve gibi teslimiyet içinde dalından düşer ya da yana yana, hamlığından sıyrılmanın yollarını arar.
Teslimiyet; müzikte tiz ya da pes, herhangi bir nota ve hatta sadece bir es olmaktan memnuniyet duymak demektir ve bu memnuniyet, en güzel şarkıya götürür insanı. Böylesi bir memnuniyet içinde; olana ve olamayan her şeye – yaşama, kaybolmaya, aramaya, düşünce ve duygularına, gönlünden geçenlere – gülümseyebildiğinde insan, tam da o anda ve yeniden – aranan bulundu ve arayan silindi demektir. Tam da o anda, yüzbin şey, tek bir şeydir. Tam da o anda, geçmiş ve gelecek birbirinin koynunda erimiştir. Tam da o anda, artık hayatın çalkantılarıyla başı ‘dönen’ değil; teslimiyet içerisinde ‘duran’ – semazendir.
Hep sana gelirler;
Hediyelerini alır ve giderler.
Hep sana gelirler;
Hediyelerini sunar ve giderler.
Gelirler ve giderler.
Görünür ve kaybolurlar.
Oradasındır ve onlar etrafında dönerler.
Teslimiyet, atalet ya da tembellik değildir. Eylemsizlik ve tembellikten, sadece ölü toprağı serpilir insanın üzerine. Teslimiyetin devamında ise, yaşam taşar insandan; cüretkârlık taşar… Hatta cüretkârlık ve teslimiyet kardeştir. Biri olmazsa diğeri hep eksik kalır. Yaşama ve yaratma; değiştirme ve derinleşme; saçmalama ve toparlama cüreti yoksa teslimiyet diye görünen şey, tembelliktir, boş vermişliktir. Diğer yanda, olana direnç içermeyen bir teslimiyet olmaksızın; girişim, eylem, adım diye görünen şey; verimsiz ve nihayetsiz bir kontrol çabası; anlamsız bir zorlamadır.
Çabadan geçmeyen çabasızlık, korkunun uzantısı olan atalettir.
İradeden geçmeyen teslimiyet, kendini reddetmenin uzantısı olan boş vermişliktir.
Emekten geçmeyen sevgi, cehaletin uzantısı olan boş bir gösteriştir.
…
Teslimiyet, olmuş ve olan her şeyin, senin için olabileceklerin en hayırlısı olduğunu bilmektir. Teslimiyet, ‘hayır’ dışında bir ihtimal olmadığını – bilmeden bilmektir… Ve tam bir teslimiyetin olduğu yerde, hayal kırıklığı, endişe, üzüntü, sıkıntı mümkün olamaz. İnsan en çetrefilli, dolambaçlı yollara düştüğünde bile bu böyledir.
Görebilen için açıktır ki, insan dıştan içe ve içten dışa sevgiyle kuşatılmıştır. Çünkü insan, özgürlüğe yazgılıdır. O kadar çok sevilir ki misal, olmazı oldurtmak istediğinde bile kendi yolundan yürümesine izin vardır. Sevgiyle akmak kadar korkuyla ve akıntıya rağmen yol almaya da izin vardır. Bu da gizemi daha derinden keşfetmek ve daha büyük bir sevgi ve teslimiyetle, yüzünü gerçeğe dönmek için geçerli ve değerli, sadece bir başka yoldur.
İnsan teslimiyetle akmak dururken, hayatı kontrol etme çabası içinde, kendi yolundan yürümeye yeltendiğinde bir anlamda kirlenir; çelişkiler içine düşer; zanlarına kapılır ve acı yaratır. Öylesine çok uzağa savrulur ki bazen kendisinden, tek çıkış yolu, çabalamayı tamamıyla bırakmaktır.
Her nerede ise ve her ne yapıyorsa mutluluk, şükür, teslimiyet ve vecd içinde olabilmeli insan. Bırakabilmeli…
O halde ya olana güveneceksin; kalbini hayatın kalbine emanet edecek ve her şeyin yolunda gideceğini bileceksin ya da ne kendine ne hayata güvenemeden, ne yardan ne serden geçecek ve ikisini de kaybedeceksin… Kendini anlamsızca ittirecek ve bir türlü, her durumda tatmin içinde hissedebildiğin bir noktaya varamayacaksın. Hoş; işin güzel tarafı, orası da son nokta olmayacak. Hayat yine akıyor olacak. Ne olursa olsun, ne yaparsan yap, ne seçersen seç; güven ya da güvenme – yine de “her şey yolunda gidecek” – başka türlüsü olamaz. İyisi mi dilediğince yaşa ve izin ver aksın hayat. Güven ki, gereksiz acılar yaratma… Güven ki, gelen günler, tazelesin seni.
BIRAKMAK
Uçurum
Uç uç bitmez;
Düşerim diye korktuğun
O uçurum.
Bırak kendini o halde;
Kollarına sonsuzluğun.
Bırakamıyor olmak, parçalanmışlığını teyit etmektir. Bırakmak, size de bıraktığınıza da sınırsız olasılık bahşeder ki bu, hayatla dopdolu olmak ve hayata karışmak fırsatı bulmaktır. Bırakmak, hayat tarafından kucaklanmayı dilemektir ve hayat, bu dileği asla geri çevirmez.
Bırakamamanın yarattığı acıyı, tekrar tekrar ve yeterince deneyimlediğinde, bırakmanın acısına da izin verebilir insan. Hatta gerçekten bırakabilmenin ön koşulu; tam olarak tutmak, tutunmaktır bile denilebilir. Zira başka türlüsü, bırakmış gibi yaparken tutunma çabasıdır. İnsan kendisini çokça kandırsa da hayat, gerçekte olana karşılık verir. Sonsuz kere de tutunsa, elleri hep boş kalır insanın…
Kendisinden kopan her şey, ‘bir dem sonra’, kendisini gereksiz yere acıttığını gösterir insana ve öğretir ki, bırakmak en büyük erdemdir. Görür ki, bırakamamak, acıyı sündüren ve aslında orada olmayan bir ıstıraba dönüştüren şeydir. Bırakmak ise acıyı bitirir ve orada olanı, olduğu haliyle, bir güzelliğe dönüştürür. Bırakabilmeyi öğrenen, her şeyi öğrenir. Hatta en nihayetinde, öğrendiklerini de bırakabilir:
O halde bırak ki, her şey o bütünlükte dengesini bulsun. Bırak ki, lazım olan kalsın ve giden, yükünü de alıp gitsin. Bırak akacağı yöne aksın su ve sen de su gibi bilmeden ak; maceranın her anının tadına vararak ve hep bir sonraki anını, bir sürpriz olarak karşılayarak… Sen yumuşaklıkla, doğallıkla aktığında, o bilinmezin içinde lazım olan tüm cevaplar, her ihtiyaç anında kendiliğinden ortaya çıkarlar nasılsa…
O halde bırak yağsın kar ve her bir kar tanesi dilediği yere konsun. Kimi kirpiklerinin üstüne; kimi kulaklarının, kimi ayaklarının ve kimi de kalbinin. Her yorum, her talep, her beklenti, her memnuniyetsizlik; kar tanelerini tanzim etme girişimidir. Orada apaçık duran güzellik, böyle böyle perdelenir.
Kendisini bırakmayandan çok, bırakamadığının tutsağıdır insan. Çünkü kendisini bırakmayanı görmek ve onunla mücadele etmek nispeten kolaydır. Üstelik her şeyin geçici ve göreceli olduğu bu hayatta, bugün insanı bırakmayan her şey, zamanla gücünü yitirecek ve çürüyüp dağılacaktır. Ama bırakmayanın ve bırakamayanın aslında kendin olduğunun ayırdına varmak zordur ve çoğu kez, çok daha uzun zaman ister…
Hayat her anı hediyelerle dolu bir mücevher sandığıdır. Ancak elleri, kolları kapalı olan birisi, hediyelerini alamaz. Gözleri – zihni, kalbi – kapalı olan birisi, hiç bir şey alamaz. Açık olmak, tuttuğun, tutunduğun ve işe yaramayanı bırakmakla başlar.
Nasıl mı bırakır insan?
Güvenmeyi öğrenerek; anlayışını, kavrayışını – hayatta her daim var ve hazırda olan uyumu, dengeyi, sevgiyi, cömertliği, adaleti, bereketi içselleştirecek şekilde derinleştirerek. Korkusunun yersizliğini fark ederek yahut korkularıyla yüzleşerek ve korkuları aracılığıyla büyüklüğünü, güzelliğini hatırlayarak… Belki sırf bu yüzden bırakmayı öğrenene kadar tutabildiği en sıkı şekilde tutmalı evvela insan. Ya tutmalı ya bırakmalı layıkıyla; ortada eşelenmemeli.
Hayata güven duymalı insan. Bu hayatı güvensiz bulup kendine güven geliştirmeye çabalamaktan evladır. Çünkü temelde insanın hayata ilişkin tavrı ile kendine ilişkin tavrı arasında bir fark yoktur. Belki sırf bu yüzden hayattan yana şikâyetlenmeyi bırakarak başlamalı evvela insan. Ya susmalı ya da tüm şikâyetinin daima kendisinden yana olduğunu görmeli.
Hayata güven duymalı insan. Çünkü kısa bir aralıktan bakıp da hayıflandığı her ne var ise insanın; geniş, ferah bir kalple, sakin bir zihinle baktığında görülebilir ki, hepsi hayrına olmaktadır. Belki sırf bu yüzden iyi-kötü, doğru-yanlış ayırımlarını ve hatta yorum yapmayı bırakmalı evvela insan. Ya ayırmamalı ötekini berikinden ya da tüm yalnızlığının ve acizliğinin kendi elleriyle yarattığı bir kader olduğunu görmeli.
Hayata güven duymalı insan. Hayatın adaleti vardır misal; ama hiç acelesi yoktur; senin her hesabın zaten anı anına kapanmakta olduğunu göreceğin açıklığa ulaşmanı bekler. Sevgi vardır ve hep oradadır misal; ama sakince senin onu alabileceğin açıklığa ve kaldırabileceğin derinliğe erişeceğin anı kollar. Ya anı anına yaşamalı ve zamanda geviş getirerek oyalanmayı bırakmalı insan ya da arayışının sonsuz, beklentisinin yersiz olduğunu anlamalı.
Hayata güven duyabilen insan, hayat gibidir. Hayat gibi cömerttir misal. Ve sırf bu yüzden bırakmanın en güzel yolu; gönülden, karşılıksız, beklentisiz vermektir. Hem fazlalıklarını bırakanın eksikliği de kalmaz.
Bırakmak, çift taraflı bir özgürlük yaratır; bırakanı bırakılandan ve bırakılanı bırakandan özgürleştirir. Hayat bir akış ve bir danstır. Bırakmak ise o dansa ve dansın akışkanlığına imkân verir. İnsan akışkanlıkla dans edebilir olduğunda; dansın diğer ucundaki, ilişki içinde olduğu kişi de – ister eşi, çocuğu ister tanımadığı ama karşısına çıkmış herhangi biri olsun, dansına katılacak ve daha da iyisi, dansın coşkusu sınırsız olacaktır.
KİM BIRAKACAK?
İkilem şudur ki, insan bırakamadığı her şeyin tutsağıdır ve insan hiçbir şeyi bırakamaz. İnsan olanı olduğu gibi kabul de edemez ve insan asla teslim de olamaz. Bunların hepsi, deneyimden süzülen anlayışın olgunluğunca, kendiliğinden olur. Sözün özü, bırakmak özgürlüktür ama iradi bir eylem değildir.
Bırakmak istediğin için bırakamazsın;
Affetmek istediğin için affedemezsin;
Kabul etmek istediğin için kabul edemezsin;
Aradığın için bulamazsın;
Yaşamak istediğin için yaşayamazsın bile…
Hepsi, anlayış, masumiyetini hatırladığında – kendiliğinden oradadır.
Ve masumiyetin yükleri yoktur.
Teslimiyet, iradi bir seçim olmaktan çok bir kavrayışın doğal uzantısı ve sonucudur. Teslimiyetin doğal uzantısı ve sonucu ise varlığınla hayatın cümbüşüne, güzelliğine, lezzetine karışmaktır. Bu aynı zamanda varlığını, hayatın hizmetine sunmaktır. Böylelikle çelişkiler biter ve olanca güzelliği içinde, ‘hayat’ yeniden başlar.
Peki, kavranacak olan nedir?
Dışarıda Bırakma
Acılar ve hüzünler de mutluluklar gibi;
yorgunluk ve boş vermişlik de tutkulu anlar gibi;
mecburiyetler de özgür seçimler gibi;
yoldan çıkmış duygular da yola lezzet katan duygular gibi;
yol bulayım derken dolaşmış akıl da yolu açan akıl gibi;
koybolmuşluk da bulunmuşluk gibi;
ölüm de yaşam gibi, tazelik gibi;
sıradanlık da yücelik gibi
hamlık da olgunluk gibi
ve
hepsi aşkın ta kendisi gibi kucaklanmak ister.
Mutluluk, tutku, özgürlük muhteşemdir, aşk harikadır, sınırsızca sevmek tarifsizdir. Eğer onlarla özdeşleşmemiş de – sadece bir ara uğramışsan – karışmış bir zihin, yorgunluk, mecburiyetler içinde kıvranmak, acılar, hüzünler vs. onlar da muhteşemdir.
Birini dışarıda bırakmak hepsini dışarıda bırakmaktır.
Çelişkilerin olmadığı yerde ilişkiler sadece aynadır; artık çiçek de sensindir, diken de sen. Kimse seni rahatsız edemez, sana batamaz ve kimse sana sende olmayan bir mutluluk da getirmez. Dolayısıyla olgun bir insanı da ham bir insanı da meyvelerinden tanırsınız. Birinin gürültüsü, reklamı – buna mukabil acısı çoktur; diğerininse sükûneti, içtenliği ve tatlılığı…
Peki, o anlayış, o masumiyete eriyiş ve o özgürlük nasıl vücut bulur?
Dedim ya – kendiliğinden –
Aşkla.
AŞK – HEP AŞK
Farkındalık ve teslimiyet bilinci içeren hareket aşktır – kalanı ise aşka ‘kafa tutmak’ ve sürüklenmek… Sürükleyen kim mi? Tabii ki aşk…
Aşk, insan ruhunun asaletini bileyler; kalbinden tüm kirleri arındırır; insanı yoğurur ve sil baştan yaratır. O halde aşkın, an be an, sana verdiğiyle de senden aldığıyla mesut ol. Teslimiyet budur.
Zamanı geldi – doğdu.
Kendini yırtarak bağrını açtı sevgili de
Düştü o kollara; göğün göğsünü yırtarak
Başı aşktı; toprağı, suyu, hamuru, çamuru
– hep aşk
Çatlayarak, çatırdayarak doğurdu kendini
Ha daldı karanlığına, kendinden kaçarak
Ha filiz verdi aydınlığa, karanlığına başkaldırarak
Akışı aşktı; tohumu, kökü, filizi
– hep aşk
Sürdü kendini yerinden yurdundan;
Durmadı, duramazdı
İnatla çarpıştı önüne ne çıktıysa; dal dal, yaprak yaprak
Yürüdü;
Ha korkusunda donarak
Ha öfkesinde alev alev yanarak
Savaşı aşktı; derdi, hevesi, nefesi
– hep aşk
Yetmedi gücü
Yenildi kaderine nihayet
Bir sükût demiydi –büktü boynunu
Kalan son hevesi de bırakarak
Zamanı bitti – öldü
Kederi aşktı; düşüşü, ezilişi, silinişi
– hep aşk
Kendini sevgiliye verdi o halde
Memnuniyetle, teslimiyetle
– gülümseyerek
Çiçeğe durdu, meyveye durdu
Barışı aşktı; kıvamı, lezzeti, rayihası
– hep aşk
Anladım
Olmadı bir evvelim – ahirim hiç gelmeyecek.
Anladım
Ya hiç başlamadı yolum ya da hiç bitmeyecek.
Anladım
Hep o büyük anda hep o sadık yâre;
Varlığım da yokluğum da – aşka – boyun verecek.