Üstüm başım kirli ama size anne diyebilir miyim?

Aile olmak nedir? Kim bizi dünyaya getirir? Dünyaya gelmek, kimin fikridir? Bir insan, ne için dünyaya gelmek ister? Buradaki tüm bu deneyim ne içindir? Sınav yeri midir burası yoksa burada olmak armağanın kendisi midir? Olmak yeterli midir? Hak edip almak mı gerekir, hakkımız olanla mı dünyaya gelinir? Kim önde, kim geridedir? Kim, kimden sorumludur? Herkes, kendinden mi sorumludur? Kendini bir diğerinden ayırabilmeni sağlayan nedir? Buna sebep olan mı denmelidir?

Üstüm başım kirli ama size anne diyebilir miyim?

Sorgularken buldum kendimi… Düşündüm. Bir çocuk düşündüm. Annesi, hayatta kalma mücadelesi verirken çocuğuyla olmanın o keyifli anlarını yaşamaya hiç vakit bulamamış bir çocuk… Babası, onun varlığını umursamamış bir çocuk… Bir çocuk düşündüm. Hayatında hiç kendine ait bir yatağı olmamış bir çocuk! Hiç oyuncağı olmamış bir çocuk. Hep kavga etmek zorunda kalmış bir çocuk. Sevememiş bir çocuk. Sevgisini gösterememiş bir çocuk. Sevgi de görmemiş. Bu çocuk yanımızdan geçmiş olabilir ve biz üzerinin başının kirli olmasına bakıp rahatsız olmuş ve olabildiğince ondan uzak durmaya çalışmış olabiliriz.

Küçük bir bebek annesine dokunmak ister. İki kardeşin bir kuvözde nasıl da birbirlerine sarıldıklarını hatırlıyor musunuz? İnsanlar dokunarak şifa bulur, hayatta kalırlar. Ya size hiç kimse dokunmamışsa… Dokunmak istersiniz ya da bir daha asla dokunmamak; çünkü dokunsanız derinlerde bir şey sızlar. Daha çirkinleşirsiniz, daha kötü olursunuz. İyi olmasını istediğiniz herkes size kötü olmuştur. Kalbiniz ağırdır. Bu ağırlığı taşımak kolay değildir.

Birilerini suçlamak ne kadar kolaydır hayatta. İnsanların yaşamları arasında ne kadar büyük uçurumlar vardır. Güçsüz olanlar, güçlü olanlar… Güçsüz olanlar, güçsüzlükleriyle sınanırlar. Güçlü olanlarsa güçleriyle… Gücünü nasıl kullandığın seni, insan ya da unutan yapar. Unutan… İnsanın aslında unutan anlamına geldiğini biliyor muydunuz? Neyi unutuyor olabiliriz?

Hangi güç bizi korkutuyor? Korkunun ötesinde nasıl bir yer var? Sevgi nasıl bir duygu? Bize neler yaptırabiliyor? Ya da nelerin önünü kapıyor onun eksikliği… Kırık dökük çocuklar… Sadece bir gülümseyiş arzuladılar. Ve bulamadılar. Daha da hırçınlaştılar. Karnı acıkan bir çocuk ağlar. Ne kadar açsa o kadar gürültülü… Farkında mısınız? Ne kadar gürültülü bir zaman! Sanki çığlıklar çığlıkları kovalıyor. Sanki birileri, bir şeyler bize kendini hatırlatmaya çalışıyor. Aşağıladıklarımız, görmezden geldiklerimiz, kötü ilan ettiklerimiz, gereksiz gördüklerimiz… Bir bir canavarlarımıza dönüşüyor ve bizden intikam alıyor. Yok sayılmanın intikamı…

Üzgünüm, onlar bizim çocuklarımız, sahip çıkmadığımız çocuklarımız… Yetimhane köşelerinde kaderine terk ettiklerimiz, sokak kenarlarında görüp yüzümüzü çevirdiklerimiz, haberlerde görüp şimdi onlara ne oldu, ne yapıyorlar diye merak edip peşine düşmediklerimiz… Çocuk onlar, bizim yaralarımız… Yarınlarımız… Yarınlar, onların eseri olacaktı. Biz köklerine su dökmeliydik, sevmeliydik, onlara kendilerini farklı hissettirmemeliydik. Beceremedik. Ötekileştirdik. Şimdi onlar seçimler yaparak karşımıza dikiliyor.

Ne ağır yük bindirdik sırtlarına… Hem onlara kötü olduklarını kabul ettirdik, hem de bu kıyafetten soyunup iyi olmalarını bekledik. Çıplak kalacaklardı, onlara giydirdiğimiz kıyafetten soyunduklarında… Ve çıplaklık ayıptı. Her türlü kapana kısıldı çocuklar… Biz sadece suçluların peşindeydik. Onlar hüküm giyse, ölse, her şey çözülecekti. Biz yaşıyorduk, hem de onlardan çaldığımız hayatlarla… İnadına inadına yaşıyorduk. Açgözlü, doymak bilmez bir egoyla… Her şeyi yiyerek, onlara onurlu hissetmek için ellerinde hiçbir şey bırakmayarak yaşıyorduk. İyi eğitim görmüş, iyi aile çocuklarımız vardı, iyi muhitlerde yetişmiş… Bir de onlar vardı işte… Nasıl çıkacaklardı ki o çemberden? Kaderlerine razı olmalıydılar. Kader doğarken yazılırdı insanın alnına… Öyle biliyorduk.

O iyi çocuklar, iyice çuvalladılar. Çünkü bihaberdiler dünyadan, neyin ne olup ne olmadığından… Karanlığı aydınlıktan, aydınlığı karanlıktan ayırdık. Varlığı yokluktan, yokluğu varlıktan… Onları birbirine muhtaç bıraktık. Eskiden olsa uyumlanırlardı. Çocuktular çünkü o zaman, kötülük bilmezlerdi. Önce onları kötülük diye bir şeyin varlığını öğrettik. Sonra kimlerin kötü olabileceğini… Ve kötüydü hepsi… Ve öyle de oldular… Sistemin çarklarında kırılırken kemikleri, biz o kemiklerin üzerinde yürümeyi seçtik. Bizi yukarıda tuttukları için haklı bir gururla yüzlerine gülümsemekteydik. Kendimizce teşekkürlerimiz vardı. Açlıklarını bastırdı her biri, bu açlık, sevgi, ilgi, bilgi açlığıydı. Öğrenmek isterken yanlarında olmadıklarımız, kendi başına öğrenmek zorunda kaldı. Ezberler değişmedi. Kötü kötüydü. Biz de iyi! Hani iyi olacaktık ya! Kötüyü de besledik, bize ne olduğumuzu, ne olmadığımızı hatırlatsın istedik.

Üstüm başım kirli ama size anne diyebilir miyim?

İyi bir iş çıkartmadığımızı anlamak gerek. Bu bir neslin özeleştirisi… İnsanlığın… Tarihin… Hepimizin… Hala çocuklar var, orada burada çocuklar… Tacize, tecavüze uğrayan çocuklar… Şeker, dondurma yemek isteyen çocuklar… Okumak, öğrenmek isteyen çocuklar… Hatta ona o haliyle de olsa saygı duyduğunuzu, bir an için bile olsa gözlerinizde görmek isteyen çocuklar… Bir çocuk, en çok kendisine saygı duyulduğunu hissetmek ister. Tüm çabası bunun içindir. Bizse sorular sorarız: ‘’Baban ne iş yapıyor senin evladım? Nerede oturuyorsunuz? Sizin mi kira mı? Kimlerdensiniz?’’ Hiç bu sorulara cevap vermeye çalışırken elleriniz terledi, sesiniz titredi mi? Bir çocuğa bakarken, onun bu sorulara cevap vermeye çalışırken içinde nasıl da tanımlayamadığı duyguların dalgalandığını hissettiniz mi? Kendine saygı duyulmasını isterken hiç de elinde olmayan sebeplerden dolayı mahcup hissetmeye başlamış bir çocuk… Bir de egosu boğazından fışkıran birine denk gelmişse… Ah o bakışlar, o ses tonu… Kızardıkça daha da utanmak…

Sadece sokaktaki çocuklarımız mıydı ziyan olan? Evdekiler de, sokaktakilerin bildiği her şeyden mahrum kaldı. Arkadaşını korumak için diklenemedi mesela… Birlikte çaldığı eriği yiyemedi. Öyle masumdu ki bu suç ortaklığı… Arkadaşıyla çikolatasını paylaşamadı. Hakkın parasını ödemiş olmaktan ibaret olmadığını keşfedemedi. Birlikte zaferler kazanamadı. Kaybeden üzüldüğünü gördüğünde ‘’Hadi başka oyun oynayalım!’’ diyemedi. Bunun yerine şunu öğrendi: İçeridekiler, dışarıdakiler… İnsanlar, insancıklar… Yaşamlar… Sanki hiç olmamışlar… Karanlık sokaklar hep karanlık kaldı.

Hayatımın en güzel zamanlarını Tarlabaşı’nda geçirdim. Henüz on dokuz yaşındaydım. Bir yandan okula gidiyor, bir yandan çalışıyordum. İşime de okuluma da daha yakın diye buraya taşındım. Oradaki insanlar, tanıdığım çok insandan çok daha gururlu, onurluydular. İyi ile kötüyü, yani sahtelikle samimiyeti hemen birbirinden ayırırdılar. Gözleri insanın içini görürdü. Keskin bakışları, içinizde ne varsa, onun açığa çıkmasını sağlardı. Siz güvenli yuvanızda, anne ve babanızın kanatlarının altındayken onlar polis arabasının gece on ikiden sonra girmekten imtina ettiği sokaklarda oynayarak büyüdüler. Birbirlerini iyi tanırlar. Kimse kimsenin melek olmadığını bilir. Onlar için şeytan da bir melektir, hatta zeka demektir. Kafası çalışan hayatta kalır. Çalışmayansa altta… Onların size anlatacak çok şeyi var. Siz de kitaplardan öğrendiklerinizle yürürsünüz üzerlerine… Cehalet dersiniz, korkarsınız onlardan… Onlar da sizden korkar. Bilmediği kelimeler kullanırsınız. Bilmediklerini anladığınızda, acıyan bakışlarla üzerlerine yapmacık şefkatinizi kusarsınız. Onlar bunun farkındadırlar. Başka bir seçenekleri yoksa, bir şekilde üstünlük kurmuşsanız sessiz kalırlar. Sessizlik, ürkütmelidir insanları… Birilerinin sessiz kaldığı her yer, her şey tehlikelidir. Bu sessizlik birgün seslenir. Ve sizin bir şeyleri değiştirmek için çok da şansınız kalmamıştır. Sadece kabul etmeniz gerekir.

Bir çocuğa tecavüz etmek… Nasıl bir insan böyle bir şeyi yapabilir? Ne yaşamış olabilir? Kim nasıl bir sıkışmışlığı onunla gidermiştir ki o bugün o içinden çıkamadığı hikayenin parmaklıkları ardında bize bu şekilde ulaşabilmiştir. Kim hangi çığlığa kulaklarını kapamışken şimdi cengaver kesilmiştir? Bu kimin günahı? Bir günah varsa, en günahkar olan Tanrıydı. Tanrı bizi, iyileşmek için yarattı. İşte tüm hikaye buydu belki. Tanrı da bizim gibi yaralıydı ve iyileşmeye çalışmaktaydı.

Ne zaman kimse kimsenin ölmesini istemez? Ne zaman insanlar birbirine dokunmaktan çekinmez? Çocuklar ne zaman arkadaş olurlar, tüm sıfatlardan münezzeh… Çocukları hiç oynarken izlediniz mi? Onlar üstlerine başlarına bakmazlar. Kavga ederler ve barışırlar. Mutludurlar. Mutlu olmak için bir yol bulurlar. Yeter ki onları özgür bırakalım. Yeter ki onlara seçenekler sunmaya kalkmayalım. Ne çok biliyoruz her şeyi değil mi?

Ben bir çocuktan öğrenebilecek kadar büyümediğimizi düşünüyorum. O kadar çiğiz anlayacağınız. Ucuz numaralarla, ucuz ucuz işler yaptığımız… Orgazm taklidi yaparak aydınlanacağımızı düşünüyoruz. Ne komik! Aydınlanma, sevmekle olur. Hissetmekle olur. Hisse tercüman olmakla olur. Empati kurmakla olur. Birlikte iyileşeceğimizi anlamakla olur. Bir başına bıraktığımız, kaderine terk ettiğimiz çocukların bugün hapishaneleri doldurmakta olduğunu hatırlamakla olur. Hazinelerimizin huzurevlerinde ya da bir başına bıraktığımız evlerinde çürümekte olduğunu anlamakla olur.

Üstüm başım kirli ama size anne diyebilir miyim?

Şifa mı bulmak istiyorsun? Şifa sendedir. Sen, dün ve yarının kesiştiği yersin. Ya geçmişte olana dokunarak ya da geleceğin tohumlarına dokunarak olur şifa… Şifa anlamaktır birliği, bütünlüğü ve bu bilinçle dokunmaktır. Hala suçlular ölsün mü diyorsun? Hala karanlığını ret mi ediyorsun? Üzgünüm. Daha bokundan bile çıkmış değilsin, sen neyden bahsediyorsun? Demek bokumuzdan bile çıkmış değiliz insanlık olarak! Biz neyden bahsediyoruz?

Ölüyoruz, öldürüyoruz. İçimizde öldürdüklerimiz var, affedemediklerimiz, özgürleşemediklerimiz… Ya suçlu kabul ettiklerimiz? Onların neleri affedememiş olduklarını düşündünüz mü hiç? Neler yaşamış olabileceklerini… Birçoğu geri dönemeyeceği kadar derinde… Mesafenizi korumanız gerekir; çünkü insan can çekişirken sizi de aşağı çekeceğini düşünmez, sadece kurtulma gayretindedir. Kurtarıcı peşindedir. Kurtarıcının dışarıda olduğunu kabul etmiştir, belki de ona bu öğretilmiştir, böyle düşünmesi birilerinin işine gelmiştir ve bu ona çok daha kolay gelmiştir.

Hepimiz sırtımızda yüklerle doğuyoruz. O yükler ne kadar daha yukarı çıkarsak o kadar hafifler diye düşünüyoruz. Önce yerimizi belirliyoruz ve gözümüzü daha yukarıya dikiyoruz. Halbuki aşağıdadır şifa, köklerde, her şeyin başladığı yerde… Aşağı kabul ettiğin yere bak, önce ona saygı olan borcunu öde, sarıl… Kendi içinde… Seni seviyorum, mücadelene saygı duyuyorum de… Öyle önemlidir ki… Senden ayrı değilim, benden ayrı değilsin. Bu yolculuk hepimizin ve hep birlikte bu içinden geçtiğimiz… Bunları hatırlayabilir misin? Kimin hepimizin nasıl bir borcunu ödediğini nereden biliyorsun? Kimin, kimin neyi taşımaması için, nerede taşın altına elini koyduğunu nereden biliyorsun?

Çocuklar… Canım çocuklar… Nasıl yüklerle doğdular. Kanatlarını açamadılar. Birçoğu kötülerimiz olup uçtular. Onlar buradalar. Giden yok, gelen yok. Herkes burada, hepimiz buradayız. Sadece anlayacağız, hepsi bu. Şimdi bir çocuğa bakarken, çekin o pis ayırıcı bakışlarınızı onun üzerinden. O benim çocuğum, o senin çocuğun, nasıl olursa olsun, en değerlimiz o bizim, değerini bilmeliyiz. Engelli olsun, yaramaz olsun, hırçın olsun, ürkmüş olsun, ağlıyor olsun, gülüyor olsun, şanslı olsun, şanssız olsun. Benim çocuğum o, bizim çocuğumuz… Bir anne, bir baba, çocuklarını ayırır mı? Tanrının çocuğu o… Ona kızma… O daha çocuk… Anlayacak. Bunu başaracağına sen inan yalnızca… Kayıp çocuklar bir bir uçuyor karanlığa… Bir ışık yak ve sarıl bu karanlığa… O ışık, onların yolu bulmasına yardımcı olacaktır nasılsa…

Yüreğe selam olsun,

 

Yazar Hakkında

25 Şubat 1989’da fırtınalı bir gecede dünyaya gelmişim. Üç gece ha doğdum ha doğacağım diye hastane yollarını teptirmişim. En nihayet emin olup yeryüzüne inmişim. Fırtınayı hep sevdim, sağlamcılıktan da vazgeçmedim. Lise zamanlarına kadar epey inek bir öğrenciydim. Harçlıklarımla yeni test kitapları alır, test çözerken şarkılar söylerdim. Bir müddet babaannemlerle yaşamıştım. Babaannemin bu değişik çalışma biçimime olan şaşkınlığını hissederdim. Çalışmayı hep sevdim, kendi yönetmlerimle bunu yapmayı daha çok sevdim. Fen lisesini kazanmıştım. ‘’ Bu öğretmenler beni değil notlarımı seviyor! ‘’ diye fabrikatör kızıyla fakir ama gururlu delikanlıyı andırır bir duygu krizi yaşamıştım. Bu benim için dönüm noktasıydı. Artık daha az çalışıp daha çok yaşıyordum. Rehber öğretmenimle düzenli görüşmelerim oluyordu. Kendimi sosyal çalışmalara verdim. Fen lisesinde bunu( şiir dinletisi, tiyatro ) yapmaya kalkınca biraz ortalık karışmıştı. İTÜ Mimarlık fakültesi Şehir ve Bölge Planlaması bölümünü kazandım. Konservatuvar istiyordum. Üç sene boyunca her aralık ayında okulu bırakıp konservatuvar sınavlarına hazırlandım, olmayınca geri döndüm ve en nihayet ‘’ Her şeye rağmen bırakıyorum! ‘’ deyip yarı zamanlı, özel bir konservatuvara kaydım olmuş buldum kendimi! Bu zaman zarfında part- time bir fast food firmasında kasiyer olarak( bir buçuk yıl ) ve ardından bir kafede falcı olarak( üç buçuk yıl ) çalıştım. Açıköğretimden sosyoloji bölümüne kaydımı yaptırdım. Son sınıftayım. Üç aylığına Antalya’ya gidip iki buçuk sene orada yaşadım ve birçok ruhsal eğitim( Reiki Master, EFT( Duygusal Özgürleşme Teknikleri ), Şamanik rüya, Yaşam koçluğu, Meditasyon… ) alarak kendi derinliklerime bir yolculuğa çıktım. Deneyimlediğim Tarotu yeni bir bakışla yorumladım ve ona, bünyesinde barındırdığı numeroloji ile astrolojinin inceliklerini kattım. Şimdi yazıyorum, aslında okuyorum ve bunu seviyorum. Sizi seviyorum, Hüseyin Akdağ

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir