Bilincin dönüşümü, bilmekten olmaya

Avlanma dönemi, tarım toplumu, sanayi devrimi, bilgi çağı derken şimdi de küresel bir “bilinç dönüşümü” yaşıyor insanlık. “Bilinç dönüşümü”, biz dünyalıların “özlerine dönmesi” en kısa tanımıyla. Kendi türüne ve doğadaki tüm canlılara verdiği zararı gözardı ederek, ne pahasına olursa olsun büyümek; aslında kendimize, ekolojik zincire, bizden sonraki nesillere, gezegenimize ve hatta evrene olan sorumluluğumuzu hiçe saymakla eşdeğer değil mi ?

Her şey, “ben kimim?”

“Bu dünyada niye varım?”

“Var oluşumla ve kapladığım alanla neye/nelere hizmet ediyorum?”

Sorularının peşine düşmekle başlıyor aslında…

İnsanlık olarak; şimdiye kadar sınırsızca büyümeye, tüketmeye, yayılmaya odaklı zihinsel algımızın, gerçekte neye hizmet ettiğini anlamaya başlama zamanı.

Ve artık bu zihin yapımızın, yaşadığımız dünyayı nasıl bir hale getirdiği düşüncesine yoğunlaşma zamanı.

Bunun için de uzun süredir tadilatta olan vicdan ile akıl köprümüzü yenileme zamanı.

Bize gelmiş ve gelecek olan tüm verileri artık KAlp ile BEyin potamızda eritme zamanı.

Özetle; bu geçiş döneminde sadece zihindeki bilgi yetmeyecek, yüreklerin de aynı bilgide birleşmesi gerekli.

İşte yürekler bir bilgiyi sindirdiğinde, idrak ettiğinde o “bilgi” ancak o zaman “bilinç” haline gelir.

Başka bir ifadeyle; zihnimize giren veriler, beyin eşiğini aşıp, kalbi fethetmedikçe sadece bilgi olarak kalır. Sadece bilgi olarak kalan veri, bizde davranış değişikliği yaratacak bilinci oluşturmaz henüz. Yani tarafımızca özümsenip hayatımıza geçemez ne yazık ki…

Tam da bu sebeple, söylenen mesajlar bize “öğüt”,” tavsiye”, “ uyarı”, “akıl verme” şeklinde gelirse, zihin onu çoğu zaman dikkate almaz. İşte bu nedenledir ki; çocuklarımız, bizden, bu formatta gelen mesajlarla neredeyse hiçbir davranış değişikliği yaşamıyorlar. Kişinin ya da gencin, kendi iç dünyası ile ilgili şifreler, diğer bir deyişle O kişi için doğru olan ve O’nu harekete geçirecek olan yanıtlar, aslında yine O’nun kendindedir.

Hepimiz bu doğru yanıtları; içimizde taşırız bilmeden. Ta ki biri; bize bunları güçlü sorularla buldurtana, onlarla bizi yüzleştirene kadar.. Mümkün olduğunca akıl vermeden, yargılamadan, müdahaleden uzak..O’nun değerlerine ve seçimlerine saygı duyarak. Üslubumuz ne kadar yumuşak ve kucaklayıcı olursa, kişinin “kendi” yanıtlarını bulması o kadar kolaylaşır zira.

Ya da bazen okuduğumuz bir kitap, katıldığımız bir seminer / eğitim bir kıvılcım başlatır yüreğimizde…

Farkındalık lambamız yanar bir anda…

Ve giderek daha da yaklaşırız kendi özgün yanıtlarımıza…

Yanıtlara ulaştıkça tüm ihtişamıyla bizim tarafımızdan fark edilmeyi bekleyen, içimizdeki “öz” tapınağımızın, gizemli kapısı da aralanır heyecanla…

Belki de bu sebepledir, dünyanın bilinen en eski tapınaklarından birinin üzerinde yazan “Kendini bil”  sözü…

Yeni dünya düzeni, her duyduğu bilgiyi panikle depolayanlardan çok, öğrendiklerinin sabırlı bir uygulayıcısı olmuş “kendini bilen”lerin önderliğinde inşa edilecek kanımca.

Özlediğimiz “bilinç devrimi”; verileri beyninden kalbine akıtabilenlerin muradı olacak sadece.

Hali hazırda başlayan ve her “an” yeni bir ivme kazanan bu “Bilinç Dönüşümü” sonrası, “Bilgi Çağı”, yerini “Bilgelik Çağı”na bırakacak şüphesiz.

Bilgelik Çağı’nda artık bilgisini pratiğe dönüştüren, onu kullanan, hayatına geçiren insanların sayısı artacak doğal olarak.

Bilmekle olmak arasındaki fark kapandıkça, bu çağın “özgün ustalarının” dönemi başlayacak.

Cesaretle kendi özgün modelini yaratan, bilinci ve yaşantısıyla topluma rol model olan ustalar…

Peki nasıl sıçrayacak insanlık bilmekten olmaya?

Bugün artık geldiğimiz noktada, bir tuşa basarak her türlü bilgiye ulaşılıyor rahatlıkla…

Fakat o bilgiye sahip olanların tümü, onu uygulamıyor doğal olarak.

İşte hayatında pozitif bir dönüşüm yaşayanlarla, bunu yaşamayanlar arasındaki en çarpıcı fark, dönüşüm yaşayanların, öğrendiklerini ve inandıklarını, istikrarlı ve disiplinli bir şekilde hayatlarına geçirmeleri olsa gerek..

Yani emek verip, bilgiyi içselleştirmeleri.

“Bilgelik çağı”nın en çarpıcı ve dönüştüren adımlarından biri de , “yaratıcı öğrenme” ye geçiş olacak kanımca ..

Kimilerinin çoktan geçtiği ve kendi bilinç dönüşümlerini zaten başlattığı…

Nedir yaratıcı öğrenme?

Yıllardır bize çözüm diye sunulan fakat artık geldiğimiz noktada bir işe yaramadığını gördüğümüz ezberlerimizi fark etmektir. Hep aynı şeyi yaparak, farklı sonuç bekleme çılgınlığına son vermektir.

Yılların derin uykusundan uyanmaktır.

En basit örneğiyle başımız ağrıdığında, hemen son çıkan ağrı kesici ilacı içmek yerine, başımızdaki ağrının sebebine odaklanmaktır kısaca.. Yani o durumu ortaya çıkaran sebebi ya da sebepleri fark edebilmek.. Hangi olaya direndiğimizi bulmak? Hangi durumu bir türlü kabullenmeyişimizi ?

Ya da hangi davranışımız için kendimizi ya da bir başkasını affedemeyişimizi?

İşte kendimizle dürüstçe yüzleşip, gerçek sebebi fark ettiğimizde ağrı hafifler çoğu zaman..

Tamamen geçmesi ve bir daha bizi ziyaret etmemesi içinse daha derin bir farkındalığa, yani ağrıya sebep olan zihin yapımızla, daha köklü bir vedalaşmaya ihtiyaç duyarız çoğu zaman..

Ve bu zihin yapımız ne kadar inatçıysa ağrıdan/hastalıktan özgürleşmek o kadar uzun süre vaktimizi alır.

Herhangi bir sorun yaşadığımızda “klasik öğrenme” yerine ne kadar çok “yaratıcı öğrenme” yolunu seçersek, o kadar hızlı yol alırız kendi bilinç yolculuğumuzda…

Bir türlü sakin ve dingin olamayan, sürekli konuşan, aynı anda pek çok odağa parçalanan, yani berrak olamayan bir zihin; sağlıklı düşünemez, plan yapamaz, hedef  koyamaz, eyleme geçemez, yönünü tayin edemez, en önemlisi de hizmet ettiği “o biricik varlığın” özgün hayatının sorumluluğunu alamaz.

Zira her birimiz, tek ve biriciğiz bu kocaman alemde.
Tek ve biricik çalışan zihnimiz,
Tek ve biricik çarpan yüreklerimizle…
Her an yeniden kurduğumuzu bilmeden yaşadığımız rüyamız, ya da artık fark etmeyi seçtiğimiz hakikatimizle…

(Sağlıklı bir zihin yapısına ulaşmanın çeşitli yollarını da, daha sonraki yazılara bırakarak devam edelim şimdilik, bilmekten olmaya doğru giden bilinç yolculuğumuza…)

Bilgileri mütemadiyen toplamak ve biriktirmek, o bilgilerin kölesi yapar bizi, bir süre sonra.
Halbuki bizler; sahip olduğumuz bilginin kölesi değil,  dinamik bir uygulayıcısı ve sorgulayıcısı  olmalıyız her zaman.
Sürekli değişen dünya düzeninde, bugün doğru bildiklerimiz, bir anda eski ve yanlış bilgiler haline geliveriyor zira…
Öyle ya; Macellan o cesaretli yolculuğuna çıkmayı göze almasaydı, insanlık kim bilir ne zaman öğrenecekti , gezegenin düz bir tepsi olmadığını?..

Bu da pek çok bilgi gibi asırlar boyu doğruluğundan asla şüphe edilmeyen bir “gerçek” değil miydi başlangıçta?

Ta ki, tüm ezberlerini heyecanla ve büyük bir sabırla sorgulamayı göze alan, cesur ve meraklı bir kaşif tarafından keşfedilene dek…

Sorgulamak ve her yeni veriyi daima; “neden olmasın?” bakış açısıyla dinleyebilmektir, bizi yeni keşiflere, yeni fark edişlere götüren adımlar.

Bilimin; miyadını doldurmuş kalıplarından özgürleşmeyi göze alabildiğimiz zaman, ilimin el değmemiş sularında keyifle yol alabiliriz sadece .

Ya da bir öğretiyi sabırla ve emekle uygular hale geldiğimizde ancak zihnen “bilmenin“ ötesine geçip, kalben “ol”manın iç huzurunu yaşayabiliriz.

Ve bugüne kadar tüm bildiklerimizin, bizi “öz”ümüze kavuşturan bir adım olduğunu da asla unutmadan…

İşte bu bilinç halidir; hem bizi, hem de bu dünyayı dönüştürecek olan…

Her birimizden başlayıp, sakin, dengeli ve bilgece gezegene yayılacak olan …

Bilmek; bilginin sığlığında kalır çoğu zaman. Olmaksa deneyimin kendisidir.
Bilmek; verileri beyinde depolamak, “olmak” onları yaşamaktır.
Bilmek; sınavı bir şekilde vermek, lakin “olmak” sınavın bile keyfini çıkarmaktır.
Zira, olabilmenin mayasında merak, heyecan, emek, sabır, kabul ve teslimiyet vardır.
Hepsi birleştiğinde; keyif ve huzur kaçınılmaz olur.
Hayata geliş amaçlarımızdan biri de bu olsa gerek.. “Kendini Bil” me yolunda “Ol”maya doğru yola çıkmak…
Bilmenin ötesine geçip, olmayı deneyimlemek.
Olma yolunda deneyimler biriktirmek.

Bazen acıyla, bazen hayal kırıklığıyla, bazen de sevinç ve mutlulukla bu amacı anlamak, ona hizmet etmek ve kendimizi gerçekleştirme yolunda ilerlemek…

Kanımca bu süreci anlamlı ve heyecanlı kılan en değerli sebep, hep birlikte yol alıyor olmamız..

Birbirimizin ışığıyla, birbirimizi aydınlatarak, birbirimize ayna olarak ve her an dönüştürerek yürüyor olmamız..

Bu bilinç yolculuğunu; ruhsal kariyer sürecimizin en keyifli, en doyumlu ve en iyileştirici anları yapmak, bence sadece güçlü niyetimize, meraklı yüreğimize ve emeğimize bağlı sevgili dostlar…

Yolumuz açık olsun…

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

4 Yorum

  1. özlem Ilbahar

    Fusuncum yazını 1.kez okudum. Daha sonra 2.kez okudum sindirdim. O yuzden biraz uzun sürdü yorum yazmam. Bu yazı öyle basit yorumlanacak bir yazı değil. Canım, doğumdan ölüme kadar ki bu uzun hayat yolculuğumuzda ne sınavlardan, ne acılardan , ne sevinçlerden geçiyoruz. Bunlar bizi insan yapan en önemli değerlerimizi sekillendiriyor gerçekte. Kimileri bunun hic farkina varmadan yasiyor ve ölüyor.Kimileri de tum hayatı sorgulamalar ile geçirip hayatın tüm keyiflerine vararak ölüyor. O kadar güzel ve detaylı anlatmışsın ki . Bilmekten, olmaya geçişteki en buyuk haz ‘an’ ların keyfine varabilmek ve şükran duymak bence. Şükran mertebesinde zaten en büyük güç ile berabersin. Rabbime şükürler olsun senin gibi özel bir insanı tanıdığim icin. Yüreğindeki tüm güzellikleri bizlerle paylaşacağın çok keyifli bir kitap yazarsın inşallah. Sevgilerimle, Özlem

    Yanıt
    1. Füsun Çil Taşlı

      Değerli yorumun ve katkın için çok teşekkür ederim Özlemcim. Her birimiz, hem ayrı ayrı, hem de bir arada yol alırken bu düzende, kalplerimiz birbirine sarıldıysa bu denli, ne mutlu bize. Buluşturana sağlık. Aslında niyetim, olabildiğince sade, basit ve kolay anlaşılır yazabilmek.. Tıpkı hakikatin kendisi gibi.. Henüz çömez olan yazarlığım umarım giderek daha da ustalaşır. Cesaret verdin bana.. Yeniden teşekkürler. Çok sevgimle…

      Yanıt
  2. Murat Tali

    Çok güzel bir yazı kalemine sağlık Sevgili Füsun…

    Gerçekten farklı bir deneyimimiz var insan olarak, mutluluğun değerini anlamak için mutsuzluğun ve acının olması gerektiğine inanıyoruz. Mutluluk, acı olmazsa anlaşılmazmış! İyi de cennet dediğimiz yerde zaten acı ve mutsuzluk yok ve cennette bu dünyada iken ne diye cehennemi ve mutsuzluğu yaşamayı ısrarla seçip arada cennetin kapısından bakmayı kendinize layık görüyoruz… Sanırım öğretilmiş çaresizliklerden kaynaklanıyor bu durum…

    Yanıt
    1. Füsun Çil Taşlı

      Değerli yorumun için teşekkürler.Şu meşhur dualite oyununu kabule geçtikten sonra sanırım daha da kolaylaşacak çoğu deneyim Sevgili Murat. İnsan; mutluluğun ve mutsuzluğun, cennetin ve cehennemin, iyinin ve kötünün, şiddetin ve merhametin, hazzın ve hüznün çok ötesinde bir varlık olduğunu idrak ettiğinde, gerçek gücüne ve potansiyeline ulaşacak kanımca. İşte o zaman cennette bir, cehennemde… İşte o zaman Ol’duğum yer cennet bana… Lakin ikisini “bir” leyince de iş bitmiyor.. O zaman da”cennetteki mutluluktan” da özgürleşme zamanı gelecek gibi.. Neyse adım adım inşallah.. Şimdilik bende senin gibi, önce cennetin kapısından cesaretle içeri süzülüp, doya doya keyfini sürelim diyorum. Zihnimizin iki’liğinden özgürleşerek..Acıdan ve şiddetten beslenmeyerek…Artık sevinci ve neşeyi kendimize rehber ederek.. Rabbim bizi; cenneti doya doya yaşayanlar ve sonra da keyifle cennetten çıkanlardan eylesin 🙂

      Yanıt

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir