DNA’mız üç kaynaktan gelir: Anneniz, Ananeniz ve Büyükananeniz… Hücrelerinizin her birinde büyükananenizin, ananenizin ve annenizin genomunun kaydını saklarsınız. Bu kayıt ise; anne tarafından aktarılır. Büyükananeniz de sizin gibi kendi annesi ve ananesinin genomuna sahiptir ve bu genetik hat ise geriye doğru uzar gider. Bu nasıl olur diyebilirsiniz. Zira bir embriyo her iki ebeveynlerinden de DNA içeren bir karışımı devralır. Evet; bu doğru. Fakat duymadığınız bir başka DNA türü daha var: Mitokondriyal DNA
Oksijenli solunum yapan bütün ökaryot hücrelerde mitokondri organeli bulunur. Mitokondrilerin temel görevi ise; oksijenli solunum yaparak hücre için gerekli enerjiyi (ATP) sentezlemektir. Bunun istisnası memelilerin olgun alyuvarlarıdır. Biyologlar 19. yüzyıldan beri mitokondri ve işlevlerinin farkındalar. Ancak 1970’lerin sonlarına kadar, insanlık tarihini izlemek için mitokondri içindeki DNA’nın kullanılması konusunda bilgileri yoktu. Mitokondriyal DNA, nükleer DNA’dan birkaç noktada farklılık gösterir. Hücrelerinizin her birinin çekirdeğinde bulunan DNA çeşitliliği, göz renginizi, ırksal özelliklerinizi, bazı hastalıklara duyarlılığınızı ve diğer tanımlayıcı özelliklerinizi belirlerken, mtDNA ise; mitokondrinin üstlendiği proteinleri yapmak ve diğer işlemleri gerçekleştirmek için kodlar üretir. Nükleer DNA şeklinde taşıdığınız genler, anneniz ile babanızın DNA’sının birleşmenin sonucudur. Bu birleşmeye “rekombinasyon” denir. Ancak mtDNA neredeyse tamamen annenizden türetilmiştir. Bunun nedeni, dişi bir insanın yumurtasının çok miktarda mitokondri içermesi, erkek sperminin ise az miktarda mitokondri içermesidir. Her bir mitokondri onu içeren hücre için güç üretmektedir ve sperm, dölleme sırasında yumurtaya doğru olan yarışını kuvvetlendirmek için kuyruklarında birkaç mitokondri kullanır. Bu mitokondri, sperm yumurtayı dölledikten sonra yok edilir ve böylece baba tarafından geçirilebilen mtDNA’lar kaybolur. Bu mtDNA’nın matrilineal (anasoylu) olduğu anlamına gelir, yani bu annenin nesilden nesile hayatta kalmasıdır. Sadece oğul doğuran bir anne mtDNA soyunu kaybeder. Mitokondri evrimciler için de değerlidir, çünkü sahip olduğunuz mtDNA’nın kopyaları vücudunuzdaki hücrelerde bulunabilir. Her hücrede de binlerce mtDNA kopyası olabilir. Tersine, bir hücredeki nükleer DNA genellikle sadece iki kopya içerir. MtDNA, hücrenin kırılgan ve daha hızlı çürüyen çekirdeğinin dışında bulunduğundan onu nükleer DNA’dan çıkarmak da daha kolaydır. Bu mitokondri adı verilen hücrenin enerji üreten güç merkezlerinde bulunan mitokondriyal DNA herhangi bir bozulma olmadan doğrudan annenin yumurtasından miras alınır ve yumurta hücresi bölünüp, embriyo haline gelince mitokondriyal DNA dizisi, annenin yaşayan bir kaydı olarak gelişmekte olan bebeğin bedenindeki her hücreye aktarılır. İşte hepimizin bu kaydı tuttuğunu bilmek, bilim adamlarını yeni bir araştırmaya itmiştir: Hepimizin tek bir kadından geldiği, yani mitokondriyal DNA’mızın ondan miras alındığı fikrinin araştırılmasına… İşte bu sebeple bilimsel araştırmalar yapılmış ve bu araştırmalar göstermiştir ki; bugün yaşayan her insan, Etiyopya’da veya yakınında bir yerde muhtemelen 200.000 yıl önce yaşamış bir kadından gelmekte. Bu paylaşılan ortak kadın ataya ise; “Havva” denilmekte ve varlığı mitokondriyal DNA’nın kanıtlarına dayanarak ispatlandığından genellikle “Mitokondriyal Havva” olarak bilinmektedir. Eğer durum buysa, o zaman her insanın mitokondriyal DNA’sı aynı olmalıdır. Hayır; aynı değildir, çünkü DNA mükemmel bir şekilde kopyalanmadığından, milyonlarca yıl boyunca Havva’nın DNA’sı mutasyonla değişime uğramıştır. Yani yaralanmış, fakat asla ölmemiştir. Mutasyonlar hem nükleer DNA’da hem de mitokondriyal DNA’da görülür, ancak mitokondriyal DNA’da yaklaşık 100 kat daha sık görülür. Bu mutasyonlar DNA dizilimindeki değişimlerdir. DNA mutasyonları iki ana şekilde sınıflandırılabiliriz:
- Kalıtsal Mutasyonlar: Kişinin yaşamı boyunca bedenindeki hemen hemen her hücresinde bulunur. Bu mutasyonlara ayrıca germ hattı mutasyonları da denir, çünkü bunlar aynı zamanda mikrop hücreleri olarak da adlandırılan ebeveynin yumurta veya sperm hücrelerinde bulunur. Bir yumurta ve bir sperm hücresi birleştiğinde, ortaya çıkan döllenmiş yumurta hücresi her iki ebeveynden DNA alır. Bu DNA’nın bir mutasyonu varsa, döllenmiş yumurtadan büyüyen çocuk, hücrelerinin her birinde mutasyona sahip olacaktır.
- Edinilmiş (veya somatik) Mutasyonlar: Bir kişinin hayatının bir zamanında ortaya çıkabilir ve bedendeki her hücrede değil, sadece belirli hücrelerinde bulunur. Bu değişikliklere, güneşten gelen ultraviyole radyasyon ışınları ya da sigara tüketimi gibi çevresel faktörler neden olabildiği gibi hücre bölünmesi sırasında DNA’nın kendini kopyalarken bir hata oluşturması sonucu da ortaya çıkabilir.
Bu anlamda mitokondriyal DNA, insan evrimini izlemek için gerçekten yararlı bir araçtır. Zamanla değişir, ancak her yeni nesilde tam anlamıyla bir değişiklik yapmaz. Ayrıca hücrelerde bol miktarda bulunur ve halka yapısı ile stabilize edilebilir. Böylece kemiklerde mitokondriyal DNA, nükleer DNA’dan daha uzun süre bozulmadan kalır. Mitokondriyal DNA (mtDNA) hücre çekirdeğinde bulunmaz ve bu nedenle mayoz bölünme sırasında genetik rekombinasyona tabi değildir. Ayrıca döllenme ile birlikte gelen erkek ve dişi genetik materyalin “karışmasına” maruz kalmaz. Sadece anneden miras alınır ve bu nedenle mayoz bölünme sırasında genetik rekombinasyona tabi değildir. Bu nedenle, mutasyon olmasaydı sonsuza dek nesilden nesile aynı kalırdı.
Yıl 1987…
“Adem karısını çağırdı. Havva[“hayat”], çünkü o yaşayan herkesin annesiydi. ”… Tekvin 3:20
Genetikçi Rebecca Cann, Mark Stoneking ve Biyokimya Profesörü Allan Wilson, bu mitokondriyal DNA fikrinden hareketle bir araştırma yapmışlar ve 1987 yılında Nature dergisinde bu araştırmalarını yayınlamışlardır. Rebecca Cann ve meslektaşları araştırmalarında dünyanın dört bir yanından 147 kişiden alınan mtDNA’yı analiz ettikten sonra, Havva’nın yaşını tahmin etmek için her nesil ile ortaya çıkan DNA mutasyonlarının sayısına dayanan bir “moleküler saat” kullanmışlardır. Araştırmacılar, bu kadının muhtemelen yaklaşık 200.000 yıl önce Afrika’da yaşadığını göstermiştir. Bulgu, modern insanların diğer kıtalara göç etmeden önce Afrika’da evrimleştiği teorisine de kanıt sağlamıştır. Ayrıca mitokondriyal DNA varyantlarını birbirleriyle karşılaştırarak, insan mitokondrilerinin birbiriyle nasıl bir ilişkide olduğunu bulgulamışlardır. Sonuç olarak, mitokondrilerin bulaştığı tüm yaşayan dişilerin nasıl tek bir ana atadan geldiğini gösteren bir “filogenetik ağaç” üretmişlerdir. Sadece bu değil, ağacın Afrika’daki kökünü de bulmuşlar ve böylece Mitokondriyal Havva tezlerini ortaya koymuşlardır. Fakat bir şey vardır; yıllardır Eden Bahçesi’nde tasvir edilen beyaz tenli, açık renk saçlı Havva ve Âdem figürü doğru değildir. Havva ve Âdem aslında siyah tenlidir. Araştırmalarından sonra Newsweek dergisi kapağına artık bu ikonik tasvirin yerine Afrikalı kadın ve adamı yerleştirmiştir. Çünkü aslında gerçek Havva ve Âdem’in bu şekilde gözüktüğünün farkına varmışlardır. Yani insanın kökeninin Afrika’dan çıktığına… Fakat bu beyaz üstünlüğünün katışıksız bir biçimde kanıksandığı Amerika’da kabul edilebilir bir şey değildir. Nasıl olur da yıllardır ikinci sınıf muamele ettikleri Afrika kökenli insanlar onların ataları olabilirdi? Bu mümkün olamazdı! Hatta Rebecca Cann, bu araştırmalardan sonra çok sayıda tehdit içerikli mesajlar aldığını ve sırf bu yüzden FBI’dan yardım bile istemek zorunda kaldığını dile getirmiştir. Kutsal kitapların bahsettiği kafa karıştırıcı kaburga hikâyesinden sonra bu araştırma ile aslında Havva’nın, Âdem’in kaburga kemiğinden yaratıldığı bilgisinin hiç de öyle olmadığı bir anlamda kanıtlanmış olmuştur. Zira Mitokondriyal Havva’dan sonra bilim adamları “Y-Kromozom Âdem” araştırması da yapmışlardır. Tıpkı Havva teorisinde olduğu gibi bugün yaşayan tüm erkeklerde bulunan Y kromozom varyantının ortak atası “Y Kromozom Âdem” olarak adlandırılmaktadır. Son genetik analiz Âdem’in yaklaşık 208.000 yıl önce yaşadığını ortaya koymuştur. Bu da Havva ile hemen hemen aynı döneme denk gelmektedir. Sheffield Üniversitesi’nden Eran Elhaik bu çalışmayı yönetmiş ve sonuçlarını ise “Avrupa İnsan Genetiği Dergisi”nde yayınlamıştır. Homo Sapiens’in yaklaşık 200.000 yaşında olduğu fosil verilerinden tahmin edilmektedir. Bu çalışmanın sonuçları büyük ölçüde bu rakamla aynı doğrultudadır ve bu sonuçlar ayrıca Mitokondriyal Havva’nın ve Y-Kromozom Âdem’in yaklaşık olarak aynı zaman diliminden geldiği yönündeki araştırmaları da desteklemektedir. Fakat bunun yanında bir araştırma daha yayınlanmıştır. Bu araştırmaya göre Âdem ve Havva 200.000 yıl önce değil, 338.000 yıl önce Neandertaller henüz yok olmadan ortaya çıktığı da iddia edilmiştir. Yani aslında Homo-Sapiens ortaya çıktığında Neandertaller henüz yok olmamıştı ve büyük ihtimal Neandertaller, Homo Sapiensler tarafından yok edilmişti. Ayrıca çiftleştikleri yönünde de iddialar vardı.
Sonuç olarak; bu araştırmaların tezlerine karşı bazı antitezler öne sürülse de, kuvvetli bir şekilde algılarımızı değiştirdiği bir gerçek. Şunu biliyoruz ki, bizler doğduğumuzda John Locke’un iddia ettiği gibi Tabula Rasa (boş levha) değildik. Bu ne demek diyebilirsiniz; yeni araştırmalar özellikle epigenetik alanında yapılan araştırmalar, atalarımızdan sadece fiziksel özelliklerini devraldığımız fikrini yavaş yavaş yıkmakta. Yani siz bugün annenizin veya babanızın sadece saç rengini, göz rengini almadınız; büyük ihtimal onların karmalarını da üstlendiniz.
Epigenetik, Biyokimyasal Karmamız Mıdır?
“Karma” terimi çoğunlukla yanlış kullanılır. İnsanlar, kaderlerinin veya kötü talihlerinin olduğunu öne sürüp, kendi eylemlerini göz ardı ederek “bu benim karmam” derler. Bu katı kadercilik inancı için de geçerlidir. Her şey kaderdendir, önceden yazılmıştır ve değişmez. Bu kullanım yanlıştır, çünkü burada bir mağduriyet psikolojisi devrededir. O halde insan atıldır ve kaderinin esiridir. Burada bir özgür irade göremiyorum. Halbuki her insanın özgür bir bilinci ve iradesi yok muydu?!
Aslında tam anlamıyla karma; yaşamlarımızda yarattığımız ve izin verdiğimiz şeylerden ruhsal olarak sorumlu olduğumuz gerçeğidir. Sürekli olarak yaratımlarımız için karmik sorumluluğumuz bulunmakta. Bunu borçları biriktirme ve/veya dengeleme süreci gibi düşünebiliriz. Karma fiziksel değildir, ruhsaldır ve bir yaşam içinde ya da bir yaşamdan diğerine taşınabilen bir süreçtir. Bir kez tahakkuk ettikten sonra, karmanın dengeleme eylemi bedenlerimiz, düşüncelerimiz, hislerimiz, ilişkilerimiz, şartlarımız ve deneyimlerimiz aracılığıyla günlük yaşamımızın sahnesinde gerçekleşir. Yani karmayı kendi kararlarımız, eylemlerimiz yaratır; fark edersek bunu değiştirebiliriz ve karmayı çocuğumuza bile aktarabiliriz. Yerçekimi fiziksel dünyanın bir kanunu olduğu gibi, karma da manevi dünyanın bir yasasıdır. Eylemlerimizden ve niyetlerimizden biz sorumluyuz. Şöyle düşünün; bir bitkinin türü ve kalitesi hasat edilecek olan mahsulün de kalitesini belirler. İşte bizim de yaptığımız her şey Yüce Yaratıcı’nın tasarımına göre bize geri dönecektir. Bilincimizde dengesizliklerimiz varsa (bu karmik borçlar olarak da bilinir); ya sunulan dersin bilgeliğini ve değerini elde edene kadar kendimizi bir yaşam içinde tekrar tekrar aynı derste bulmuş olacağız ya da bir ömürden diğerine bunu aktaracağız demektir.
Karma, intikam, ceza veya ödülle ilgili değil; kendimizin ektiği hasatın biçilmesi ile ilgilidir. Düşüncelerimiz ve davranışlarımızla, daha sonra hasat edilecek tohumlarımızı ekiyoruz. İşte Epigenetik mekanizması aracılığıyla, Batı tıp bilimi artık bu inancın altını çizmeye başlamıştır. “Kelime kökeni olarak inceleyecek olursak “epi” Latincede “üstünde” demektir. Buradan da anlaşılacağı üzere epigenetik için genlerin üstünde olarak tanımlayabiliriz. Epigenetik, DNA dizisinde herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen, kromatin yapıdaki kalıtsal değişiklikler ile gen ekspresyonunun düzenlenmesi olarak tanımlanır. Biraz daha açacak olursak; genlerin ne zaman, nerede ve ne kadar çalışacağını belirleyen bu mekanizmaya, bir diğer deyişle DNA’ nın yapısında veya diziliminde herhangi bir değişiklik olmaksızın DNA’ da kodlu olan genetik bilginin açığa çıkmasında meydana gelen değişikliklere “genler üstü genetik” anlamına gelen “epigenetik” adını veriyoruz. Epigenetik, yaşam stili, beslenme alışkanlığı, spor gibi çevresel faktörlerin genlerin aktivitesini düşürmesi veya yükseltmesi ile ortaya çıkan rahatsızlıkları inceler.”(Alıntı: epigenetik.com.tr)
Genlerimizin işleyişindeki epigenetik değişiklikler, hücrelerimiz DNA’mızın bölgelerine moleküler etiketler uyguladığında veya çıkardığında meydana gelir. Bu da sonuçta sağlık sorunlarına yol açabilecek bir veya daha fazla genin kopyalanmasını engelleyebilir ve aktive edebilir. Bu epigenetik etiketler esnektir; stres, toksinler veya yediğimiz yiyecek türleri gibi çevresel faktörlerden etkilenebilir. Böylece yaşam tarzımız, davranışlarımız ve maruz kaldığımız şeyler genlerimizin çalışma şeklini değiştirebilir. Daha da şaşırtıcı olan, kişinin yaşamı boyunca yaratılan epigenetik değişikliklerin, bazı durumlarda, gelecek nesillere aktarılabilecek gibi görünmesidir.
Örneğin, epidemiyologlar, 1944 Hollanda Açlık Kışı olarak bilinen kıtlığı yaşayanlar üzerindeki uzun vadeli etkilerini takip edebildiler. Sonraki nesillerdeki etkilerini de gördüler. Bu epigenetik miras; sağlığınız ve yaşadığınız sorunların, ebeveynlerinizin, büyükanne, büyükbabanızın, büyük büyükanne ve büyük büyükbabanızın davranışlarından, diyetlerinden ve ortamlarından kaynaklanıyor olabilir. Bütün bunlar kulağa biraz rahatsız edici gelebilir, ancak aynı zamanda umut vericidir. Böylece hastalıklarımızı ve yaşamlarımızı sorgulama hatta üzerinde kontrol kurma konusunda bize kolaylık da sağlayabilir.
Genetikçiler, epigenetik değişimin ebeveynden çocuğa geçebileceğini bulduklarında şaşırdılar. Duke Üniversitesi’nden Randy Jirtle tarafından yapılan bir araştırma, dişi farelere metil grupları açısından zengin bir diyet verildiğinde, sonraki yavruların kürk pigmentinin kalıcı olarak değiştiğini göstermiştir. DNA’da hiçbir değişiklik yapılmadan, metil grupları eklenebilir veya çıkarılabilir. Değişiklikler bir gendeki mutasyon gibi kalıtsaldır. Belki de epigenetik, hayatı nasıl geçirdiğimize göre yönlendirdiğimiz biyokimyasal karmayı temsil ediyor olabilir. Biz atalarımızdan, fiziksel özellerimizle birlikte karmalarını da miras almış olabiliriz. Üstelik bu anlamda bilgiler artık sadece spiritüel alanın iddia ettiği bilgiler olmaktan öte olmaktan çıkıp, pozitif bilime de kaymaya başlamıştır. Özellikle son zamanlarda psikoterapilerde ortaya çıkan akımlar, günümüzde bireyin yaşadığı travmatik deneyimlere aile ve toplumu eklemesinin ötesinde, nesilden nesile bir kadersel aktarım olduğunu keşfetmiştir. Hücresel biyoloji, nörobilim, epigenetik ve gelişim psikolojisi alanlarındaki en son gelişmeler, travma modelleri ve tekrarlayan acıların arkasındaki mekanizmayı anlamak amacıyla aile geçmişinden en az üç neslin incelemesi gerektiğini düşünmekteler. Mesela; Yahudi soykırımından kurtulan insanların torunlarının torunlarında herhangi bir durum gerçekleşmese bile, TSSB (Travma Sonrası Stres Bozukluğu) yaşadıkları bulgulamıştır. Ayrıca bu çocuklarda yüksek kortizol seviyesi de tespit edilmiştir. Yani atasözümüzde olduğu gibi; “Dede koruk yer, torununun dişi kamaşır.” O halde Havva ve Âdem bize hangi karmasını aktardı dersiniz?
Yazının tüm hakları tarafımıza aittir. İzinsiz veya yazarın adı kullanılmadan kopyalanamaz, alıntılanamaz ve paylaşılamaz.
Not: Makalemi aşağıdaki kaynaklardan yararlanarak yazdım. Daha detaylı bilgi edinmek isterseniz, bu kaynaklara aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz.
https://www.whatisepigenetics.com/fundamentals/
https://www.keycompounding.com/is-epigenetics-our-biochemical-karma/
http://epigenetik.com.tr/genel-bilgilendirme.html
https://www.discovermagazine.com/health/grandmas-experiences-leave-a-mark-on-your-genes
https://ghr.nlm.nih.gov/primer/howgeneswork/epigenome
https://www.icr.org/article/does-y-chromosome-adam-refute-genesis
https://creation.com/y-chromosome-adam
https://www.ncbi.nlm.nih.gov/pubmed/12449688
https://evolutionnews.org/2018/02/mitochondrial-eve-and-y-chromosome-adam-and-adam-and-the-genome/
https://www.britannica.com/science/mitochondrion#ref1245724
https://www.britannica.com/topic/Mitochondrial-Eve
https://biologos.org/articles/series/evolution-basics/mitochondrial-eve-and-y-chromosome-adam
https://www.jstor.org/stable/10.1086/679527?seq=1#metadata_info_tab_contents
https://www.sciencedaily.com/releases/2010/08/100817122405.htm
https://science.howstuffworks.com/life/evolution/female-ancestor3.htm
https://pages.ucsd.edu/~dkjordan/resources/clarifications/MitochondrialEve.html#force
https://cernbilim.blogspot.com/2018/05/hepimiz-ortak-disi-atadan-m.html
https://science.howstuffworks.com/life/evolution/female-ancestor.htm
https://en.wikipedia.org/wiki/Mitochondrial_Eve
https://bilimfili.com/mutasyon-cesitleri-nelerdir/
https://ghr.nlm.nih.gov/primer/mutationsanddisorders/genemutation
Teşekkür ediyorum.
Değerli bilgiler vermişsiniz. Çok güzel Ve öğretici bir yazı olmuş. Tebrikler
Sevgili Nora Gülüm Erdinç Son zamanlarda DNA ile ilgili çok fazla araştırma yapıyordum ve bunun üzerine yazını da paylaşmak farz oldu.
Hepimizin bildiği gibi, geçmişi temizleme adı altında çok farklı çalışmalar yürütülmekte. Bu çalışmalara katılanların çoğunluğu sürekli olarak geçmiş zaman dilimlerinde yaşadıkları travmaları anlatıp dururlar. Benim yaptığım çalışmalardan tespit ettiğim konu şuydu; DNA anne ve babadan kayıt alarak nesilden nesile bilgi aktaran bir veri deposu. O veri deposuna normal bilinç boyutundan erişemiyoruz. Fakat, özel çalışmalar ile (Örneğin; Regresyon) erişip ne olduğunu görebiliyoruz.
Burada insanların fark edemedikleri olay şu, gördükleri şeyleri kendilerinin yaşadığını düşünüyorlar, aslında onlar DNA’larından gelen ve yüzbinlerce yıldır sürekli beslenen atalarına ait korkuların izleri. İnsanlara DNA lar aracılığı ile genetik izler geçmiyor sadece; binlerce yılın, korkusu, pişmanlığı, suçluluk duygusu, kaybetme korkusu ve daha nice korku ile duygusu da geçiyor. Bu yüzden tüm zamanlar şu AN bizde tezahür ediyor. Bu yüzden her ne varsa BİZ’de aşikar oluyor. DNA candır….
Mitokondriyal Havva nasıl var olmuştur.Annesi maymunmudur?