Düşe kalka büyümek

Her çocuk içgüdüsel olarak emekler ve yürür. Bu süreçte defalarca düşer ve inatla kalkmaya devam eder. Döngü hiç bitmeyecekmiş görünür fakat çocuk daha önce hiç denememiş ve düşmemiş gibi davranır ve inatla ayağa kalkar ve yürümeye çalışır… Bu davranışlar daha önce ona öğretilmemiştir fakat o içsel bilgeliğini kullanarak ilk adımını atar… Çocuk insan, ilk adımı attığında ve etrafında onu tutan kimse olmadığında alkış alır ebeveynlerinden. Ve insan çocuğunun hikayesi başlar…

Henüz konuşma aşamasına geçememiş bazen emekleyerek bazen de yürüyerek evin içinde dolaşan çocuk insan, ilk başlarda aile içinde mutluluk nedeni olarak görülse de merakla kendisini açığa çıkartan ve oyunun içindeki oyuncak gibi görünen eşyalar ile ilk temasta bu mutluluk, hafif uyarılara döner. Çocuk olan insan, bunu anlayamaz. O andan itibaren özgürlüğünü kaybetmeye başlar, ona dokunma, buraya girme, oraya çıkma, onu elleme, yapma, gitme… Özgüven, yeniden ayağa kalkma, yapabileceğine olan inanç, deneyerek öğrenme, merak duygusu, dokunarak hissetme ve algılama, çözüm üretme ve daha birçok gerçeklik bu süreçte kaybolmaya başlar.

Kırılacak objeler ortadan kaldırılır, kapılara ekstra kilitler takılır, dolap kapakları emniyet kilitleri ile sabitlenir, kapı eşiklerine koruyucu bariyerler takılır, köşeler yumuşatılır ve uzar gider liste. Bu kadar emniyetli ortamda büyümeye çalışan çocuk insan, hayata atılınca kendini ne kadar güçlü ya da zayıf hissedecek düşünmez ebeveynler. Tabi bunlar sadece içeride olanlar, bunun bir de sokağı, parkı, oyun alanları kısmı var. Hatta bir adım daha ötesi, çocuklarına kendilerinden başka kimsenin dokunmasına ve sevmesine izin vermeyerek bir başka koruma, pardon silikleştirme eylemine devam edilir.

Yazarken şiştim dersem yeridir. Bu yazının amacı çocuklar değildi. Aslında yazının amacı hayatın içinde birey olmaya çalışan insan çocuklarının garip yolculuğunda maruz kaldıkları ebeveyn şiddeti de değildi. Sadece çocukken o kadar çok düşüp kalkarak inatla yürümeye çalışan ve bunu başaran çocuk insanın büyüdüğünde, tüm her şeyden vazgeçip teslim olması üzerine olacaktı. Defalarca kez düşen ve inadına ayağa kalkan o çocuk insan sanki şu anki insan çocuğu değilmiş gibi geliyor. Tüm dünyaya baktığınızda, çaresizlik içinde kıvranan, çözüm yolu bulamayan, korkan, teslim olmuş, değersizlik duygusu içinde yüzen, sevilmediğin düşünen ve anlaşılmadığı için ruhu acı çeken insan çocuklarıyla dolu olduğunu göreceksiniz.

Bu varoluş hikayesinde suçu sık sık kapitalist sisteme atar dururum fakat aklını kullanmaktan aciz ve sorgulamaktan bihaber yaşam süren insan çocuğunun asıl kaybolduğu yer evi oluyor. Geçen gün Hindistan’ın tarihini okuyordum, İngilizlerin 20.000 kişiyle, 300 milyonluk Hindistan’ı nasıl sömürgeleştirdiğini ve yönettiğini anlatıyordu. 1 İngiliz’e 15.000 Hintli düşüyor. Korkunun, bastırılmışlığın, gelenekselciliğin, kuralların, kültürel deformasyonun, sorgulanmayan inançların ve cehaletin yenildiği yerde çocuk olan insan da ebeveynlerinden tam olarak bunları öğrenerek büyüyor…

Neden?
Neden sesin çıkmıyor? Neden seni değersiz kılanlara değerli olduğunu göstermiyorsun? Neden seni beceriksiz ve işe yaramaz gören ebeveynlerine onları ciddiye almadığını söylemiyorsun! Seni saran aile dinamiklerinin kabul etmediği ama senin çok sevdiğin ve iyi olacağın o mesleğe yönelmiyorsun! Neden baba oldun diye sisteme teslim olup çocuğunun geleceği diye kendi geleceğini karanlık bir dehlize atıyorsun? Neden anne oldun diye, geleceğini kuyuya atmış bir adamın şiddetine maruz bırakıyorsun kendini? Ve neden, yürümeyen bir ilişkiyi kurtarmak için çocuk getiriyorsunuz bu dünyaya? Neden? Özgüven ve sevgi yoksunu bir yolculuğun içinde iken o dünyanın içine bir çocuk getirip onu da aynı döngüye sokuyorsun?


Nereye gitti yazı, bugünlerde kafam gibi cümlelerim de savruk. İnsan çocuğunun hikayesini gözlemlerken, aksiyon filmleri izleyen yaşlılarımız geliyor aklıma. Kötü adama kızan hatta küfreden, iyi adama bağırıp arkana bak diyerek uyaran, kötü kaynanayı geline şikayet eden, fesat ve ikiyüzlü olanlardan nefret eden, ayak oyunlarını ifşa edip karakterlere yardım etmeye çalışan yaşlıların gerçek hayattaki öyküsünü yaşıyor zihnim. Siz hiç gözlemci olmayı denediniz mi hayata karşı? İzleyici oldunuz mu hem kendinize hem dış dünyaya? Her şeyi o ekranda gördüğünüz gibi görüp müdahale edememenin sancısını yaşadınız mı? İşte tam olarak bunu deneyimliyor ve yaşıyorum şu sıralar. Sevgi, merhamet, adalet, erdem, yaşamı iyileştirmek, doğayı yeniden canlandırmak ve varlığımızı onurlandırmak için atmamız gereken adımlar o kadar bariz ve sahnede o kadar net görünüyor ki hepiniz oyunun içinde kendinize atadığınız kimliklerinizle ne yazık ki bunu fark edemiyorsunuz.


Oyunun içinde olunca sadece kendi repliklerinizi ezberliyor ve kendi hareketlerinizi canlandırıyorsunuz gözünüzde. Rol arkadaşlarınız da kendi rollerini oynuyorlar sahnede. Ne onlar ne de siz bunun farkında olmadan sahnede olmaya devam ediyorsunuz ve oyununuz hiç bitmiyor. Çocuk insan olan size her şey unutturuldu çünkü. Sadece repliklerinizi ezberleyip, size verilen kıyafet (inanç, düşünce, kimlik, ırk) ile özdeşleşip ömrünüzü bitiriyorsunuz. Orada değersiz ve sevgi dilenen bir karakterseniz tüm varoluşunuzu ona göre şekillendiriyorsunuz. Çünkü oyun kapalı gişe oynuyor ve siz bininci kez sahneye çıkıyorsunuz. O günkü performansınıza göre ya alkışlanıp takdir ediliyor ya da eleştirilip yuhalanıyorsunuz. Her gün o sahneye çıktığınızı unutarak tekrar aynı döngüde devam ediyorsunuz hayat. Çünkü tekrar ayağa kalkıp yürümeyi unuttunuz. Sizin için uyarlanan o kafeste yaşamaya o kadar alıştınız ki başka bir seçeneğinizin olduğundan bile bihabersiniz. Korkuyorsunuz, yeni atacağınız adımda karşılaşacağınız şeyi taşıyıp taşımayacağınızdan. Yani tekrar düşmekten çekiniyorsunuz. Unuttunuz, yüzlerce kez düşüp ağlamadan ayağa kalkıp yürüme çabanızı. Elinizden her şeyinizi aldılar ama en çok merakınızı sildiler kayıtlarınızdan.

Yazıyı buraya kadar okuyup dağılmadan gelen herkese teşekkür ederek devam ediyorum. Bizler yani insan çocukları, dünya üzerindeki sayımız kadar hakikate, deneyime, anlayışa ve hikayeye sahibiz. Sekiz milyara yaklaşan sayımızla sekiz milyar gerçekliğimiz var. Gerçekliğimiz ve hikayemiz sekiz milyar olsa da yaşadığımız toplam duygu sayımız sadece sekiz. İlginç değil mi? Sekiz temel duyguya sahibiz. Bunlar; sevinç, güven, korku, şaşkınlık, üzüntü, tiksinme, öfke ve beklenti olarak tanımlanıyor. Daha öncesinde duygu tanımları yapılırken temel duygular sekiz değil aslında dört adetti; korku, öfke, mutluluk ve üzüntü.

İnsan çocuğu olarak derdimizi, kederimizi, üzüntümüzü, çaresizliğimizi her zaman başkalarından fazla görürüz. Acizliğimiz ve beceriksizliğimiz kimliğimiz haline gelir. Çıkar yol yok gibi görünür ve bizden daha kötü koşullarda olan birini görünce garip şekilde halimize şükreder hale geliriz. Orada bir aydınlanma yaşarız fakat bunu yorumlama şeklimiz yine öğretilmiş bilgilere göre şekillenir. Bir üst bilinç seviyesine geçiş yapıp döngüyü kırmamız gerekirken bir alt seviyeye bakıp olduğumuz yerde saymaya devam ederiz.


Düşme, kalkma, yürüme ile başlayan yolculuğumuz, önümüze çekilen setler ve yolumuzdan kaldırılan engeller ile devam eder. Çözümsüzlüğü öğreniriz ve çözümsüzlüğümüz bize çaresizliği dayatır. Bedensel engelli biri yüzme de birinci olur ama kusursuz bir bedene sahip olanlarımız ise korkusundan yüzemez bile. Gözleri görmeyen biri okuyup avukat olur ama beş duyusu aktif çalışan biri okumak için çaba harcamayı bile düşünmez kendi karanlığında kaybolur.

Işığı kaybettiği günden beri kayıptır insan çocuğu… Kayıp ruhları ve bilinçleri uyandırmak için sahneye çıkıp onlara bir oyunda olduğunu söylemeye hakkım olmadığını da öğrendim bu süreçte. Ben kendi kaybolmuşluğuma ve karanlığıma yazarak yol bulmaya çalışan bir diğer insan çocuğuyum. Bu kelimeler ile kaybolmuş yanını fark edenler için buradayım. Zamansız ve mekansız yarınlarda sevgiyle inşa edilmiş bir dünyada var olmak dileğiyle.

Yazar Hakkında

Benzer yazılar

Yanıt verin.

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir