İnsanoğlunun adaleti aradığı, herkesin haksızlıktan, eşitsizlikten yakındığı bu dünyada başlıca akla gelen ve üzerinde düşünmeye değer sorular, adaleti sağlayan etkenler nelerdir? Ne yapmamız ve nasıl davranmamız gerekir ki daha adil bir ortamda yakınmadan birlikte huzur içinde yaşayalım?
İlk çağlardan beri dünya tarihini çeşitli verilerle günümüz ışığında incelediğimizde tarih adeta çeşitli medeniyetlerin maddi, manevi anlamda türlü haksızlıklar, zulümlerle nice savaşların sergilendiği kanlı tarihi olmuştur. İnsanlık bu haksızlıklara yönetimi altında bulunduğu iktidarlar tarafından uğratılmış ve bu haksızlıkların en büyük ortağı aynı zamanda bu zulümlere uğrayan kesim olmuştur.
İktidarlar, şiddet uygulayan yönetimler tarih boyunca ve günümüzde de halktan beslenseler de yeri geldiğinde halkın yardım ve desteğiyle elde ettikleri bu gücü halka karşı kullanıp, halk destek verdikçe zulmün şiddetini artırmakta hiçbir sakınca görmemişlerdir. Ve ne ilginç sosyo psikolojik durumdur ki bir taraftan sürekli haksızlıktan bahseden halklar, iktidarlar güçlendikçe bu tarz iktidarlara adeta tapınma ve iyice bel bağlama duygu ve davranışı gelişmiştir.
Bu davranış bize dinlerde ve bazı inançlarda öne çıkan otoriter, cezalandıran, her şeye gücü yeten ataerkil Tanrı dayatması ve tanımlamasını çağrıştırır. Öyle bir içselleştirilmiş, kabul görmüş Tanrı algısı kök salmıştır ki sanki ne kadar dövse de zulüm etse de susup ona boyun eğip, itaat etmeliyiz. Çünkü o en güçlüdür bize istediği cezayı verebilir. Aynı davranış kalıplarını gücü, parayı, mevki ve birtakım olanakları elinde bulunduran ve cezalandırma yetkisi olan otoritelerde görmekteyiz. Ve yetkileri yaptırım gücü arttıkça insanların çoğunun itaat etme katsayısı artmaktadır.
Ortaya çıkan tablo genel olarak insanların yöneliminin cezalandırıcı gücü elinde bulundurana sorgulamadan adaleti sağlayama yetkisi verme eğilimidir. Bu Tanrıya benzettiği otoriter baba figürüne karşı beslenen hayranlıktır. Yani kendinden üstün gördüğü, aynı zamanda vermek istediği cezalar adına vekalet verip, yapamadığı eylemleri yönlendirebileceği bir figür. Ve tüm sorumluluğu ona devretme isteği.
Adaleti isteyen insanların bu cezalandırıcı, zulüm edici otoritelere hayranlığı ve onları değerli bulma davranışı acaba daha başka hangi köklerden beslenmektedir?
Bu anlamda sevgi, anlayış, merhamet gibi başlıca erdemler, hak arayışı gibi evrensel değer arayışları bu güce ve otoriteye tapınma ve bağımlılık geliştirme davranışlarıyla nasıl bağdaşabilir?
Bir toplumda adalet duygusu sorgulayarak, eğitimle, hoşgörüyle, özgür düşünerek gelişebilir bu kişilere bireysel anlamda sorumluluk yükler. Adalet kişilerin bireysel ve toplumsal olarak kendini geliştirip, eğitip sorgulamasıyla geliştirilecek bir bilinç durumudur. Yani kişilere ve toplumlara doğuştan verilmiş bir adalet bilinci yoktur. Bu geliştirilmesi gereken sorumluluk ve çaba isteyen bir davranıştır.
Kendini geliştirmeyen, sorgulamayan birey ve toplumlarda adalet bilinci gelişmez. Temeli, alt yapısı aile, okulda eğitim ve öğretim sistemi vasıtasıyla atılır. Hayat boyu gelişerek, şekillenir.
Adalet bilincinin yerleştiği birey ve toplumlarda sorumluluk alıp, gücünü teslim etme, zulüm edene, kaba kuvvete hayranlık besleyen bakış açısı rağbet görmez. Çünkü o bilince erişmiş bir zihniyet gerek bireysel, gerek toplumsal anlamda sorumluluk alan, özgürlükçü düşüncenin barışçıl, bütünü seven, kollayan bakış açısını keşfetmiş bir medeniyetin, toplumun sağlıklı bir şekilde barışçıl, özgürlükçü bir şekilde gelişeceğini anlamıştır. Elbette ki bu anlayış içinde bulunduğumuz sistemi özgürlükçü, akılcı ve de hümanist bir düzeyde eleştirip, farklı fikirlere açık olmakla gelişebilir.
İnsanların en büyük gücün sevgi, anlayış, özgür düşünme, farklı inanç ve düşüncelere saygı göstermek olduğu bilinci yerleşene kadar hep bu haddini bildiren, cezalandırıcı Tanrı ve baba otoritesine tapınma, hayranlık gösterme davranışı sergilenecektir. Bunun günümüz yönetim biçimlerindeki uzantısı totaliter rejimler, faşizm olacaktır. Unutmayalım ki mevcut güç ve iktidarlar yerinde kalmak için hep daha fazla güce ve şiddete ihtiyaç duyacaktır. Çünkü beslendiği kaynaklar cezalandırma, dayatma benzeri şiddetin türlü açılımlarıdır.
O halde insanlık daha iyi şartlarda ve hep söylendiği eşit ve adaletli düzende yaşamak istiyorsa kendine dönüp o gücü kendinde insanı insan yapan evrensel değerlerde aramalıdır. Şiddet, baskı yönelimli anlayış ve rejimler insanları insan olmanın onurunu yaşatacağı yüksek bilinç seviyesine eriştiremez. Toplumsal ve bireysel yozlaşmalara yol açarak, yıkım getirir.
İnsanlar yaratıcı yanlarını, özgürlükçü, hoşgörülü bir ortamda geliştirebilir. Asıl güç insanın kendi içine yönelerek gelir. Sevgi, anlayış, eleştirel bakış açısı, birlik, dayanışma, tahammül bu gücü besleyen en önemli öğeleridir. Bu da herhangi bir güce, otoriteye tapınarak, biat ederek gerçekleşemez. Sürekli bir gelişim, değişim süreci içinde olgunlaşarak edinilen özelliklerdir.
Gücünü sevgi, bilgi, anlayış ve birlikten alan duygu ve düşünceler, evrensel değerlerle beslenmiş aydınlık bir medeniyet için atılmış en verimli tohumlardır. Dilerim bu ekilen tohumlar nice güzel bilinçlerin filizlenmesine vesile olup çoğalır ve bize hakiki anlamda insanın insana şifa olup anlam kattığı, bütün güzel değerlerini özgürce ortaya koyan insanlığın yolunu açarlar.